12 Ocak 2012 Perşembe

Tehlikeli Oyunları izlemek şart




Oğuz Atay’ın mükemmel romanı Tehlikeli Oyunlar’ı 2009’dan beri büyük bir özveri ve başarıyla tiyatro ve Oğuz Atay severlerle buluşturan Seyyarsahne ekibinden oyun öncesinde yönetmen Celal Mordeniz’le ve oyunun ardından oyuncu Erdem Şenocak’la konuştum. 130 dakikalık muhteşem bir performans.Şimdinin ergen tipleri salona gelip Oğuz Atay'a ve esere bazı saygısızlıklar etse de elden bir şey gelmiyor. Herkesin okuma izleme hakkı var. Anlama hakkı olmadığından seviyorum. Söyleşirken bir de sürprizle karşılaştım. Ekibin yeni projesi: Tiyatro Medresesi. Böyle bir medresenin kurulması halinde kesin kaydolmak lazım. Halvette tiyatro... Ne müthiş...  Henüz Tehlikeli Oyunlar’ı izlemediyseniz, ki çok kişi olabilir, ilk fırsattı değerlendirin derim. Hikmet Benol’un iki salıncak arasındaki ‘oyun’ları gerçekten görülmeye değer.

Fikir nasıl ortaya çıktı? Tehlikeli oyunlara karar verme süreciniz nasıl işledi?
Celal Mordeniz: Erdem’le (Şenocak) 2006’da yine bir tek kişilik oyun yapmıştık. Ayrıca Oğuz’la (Arıcı) beraber de çalışıyorduk bu projede. Üç yıl kadar bu oyun sürdü ve yine bir tek kişilik oyun hazırlama fikri vardı hep aklımızda. 2008 Ağustos’unda Gümüşlük Akademisi’nde, Bodrum’da tiyatro kampı yapıyorduk. Bu arada akademiyi biraz açıklayalım. Bu sene altıncısını yaptığımız tiyatro kampları yapıyoruz her yaz. Bu ikişer haftalık dönemler halinde oluyor. Bütün günümüzü tiyatro faaliyetlerine ayırdığımız, sanat, fikir üzerine tartıştığımız bir ortam hazırlıyoruz bu kamplarda. Söylediğim gibi 2008 yazında da bu etkinlikler sürerken akşamları sesli roman okumaları yapıyorduk. Gençlere, benim çok sevdiğim ve misyonerliğini severek yaptığım (gülüyor) Oğuz Atay’ı okutmaya karar verdim. Her gece bir arkadaşımız okuyordu bir bölümü ve Erdem’in okuduğu akşam, evet evet bir şeyler çıkarırız buradan, dedim. Erdem’e açtım konuyu ve çalışmalara başladık.
Polonya turnesi, Anadolu turnesi yaptınız. Ankara, İzmir, Adana, Hatay, Diyarbakır, Samsun,  Ordu, Oğuz Atay’ın memleketi Kastamonu… ‘Türkiye’nin Ruhu’ Hikmet Benol’u nasıl karşıladı.
C. M.: Ben Oğuz Atay’ı İstanbullu bir yazar, bir aydın, bir tutunamayan olarak gördüğüm için ve anlattıklarının Anadolu’da çok da ilgi göreceğini, tam olarak anlamlandırılacağını düşünmemiştim; fakat bütün oyunlar ilgi gördü ve zihinlerde oturdu. Kastamonu’yu bilmiyorum çünkü oraya gitmedim. Bir anma programı kapsamındaymış ve İl Kültür Müdürlüğü düzenliyormuş (gülüyoruz) ücretsiz bir etkinlik olduğundan güme gitmiş ve kargaşa içinde olmuş. Polonya’da ise enteresandır, dikkatle izlendi. Erdem iki haftalık programa katılmıştı ve bir ilişki olmuştu. Teknik olarak zorluydu. Tavana salıncak astırmadılar birçok sahnede ve bize bir jimnastik salonu ayarladılar ve çok soğuktu. Birçoğu dayanamadı soğuğa. İngilizce üst yazı kullandık. Ama yeterli değildi. Tabii ‘albayım’ nasıl bir mana yarattı zihinlerinde bilmiyorum. Çünkü Türkiye’deki bir emekli albayın anlamı çok farklıdır biliyorsunuz. (gülüyoruz) 
Metnin hazırlanma aşaması nasıl ilerledi?
C. M.: Oyunun ortaya çıkması 8 ay gibi bir sürecin ardından oldu. Başlangıçta bir ilkeyle, şuraları alırız buraları almayız diye bir kıstasımız yoktu; fakat ‘sevgi’ bölümünü almayacağımızı biliyorduk. O bölüm ayrı bir dildi çünkü. Onun dışında çalıştıkça, burayı çıkaralım, bu kısmı alalım diyerek oluştu metnimiz roman bize yol gösterdi diyebilirim.
Birçok büyük roman uyarlamaları Devlet Tiyatroları’nda sahneleniyor. Size bir davet, bir talep geldi mi, gelin DT bünyesinde oynayın, diye?
C. M.: (Gülüyor) Bu soruyu neden sordunuz bilmiyorum. Tabii ki böyle bir talep gelmez. Talebi bırakın görmezden geliyorlar. Hani Haluk Bilginer’in yeniden gündeme getirdiği tartışma çok doğrudur ve ben de aynen öyle düşünüyorum. DT akla zarar bir kurum haline gelmeye başladı. Bir an önce kapılara kilit vurup, bir reformun ardından seyirciyle buluşması lazım. Bana Yeniçeri Ocağı gibi geliyor ve kapatılması için umarım çok kan dökülmez. Bir Vakayı Hayriye olmalı. (gülüyoruz)
Tek kişinin yönetmenliği nasıl bir disiplin?
C. M.: Benim tiyatro deneyimim biraz bu yönde ilerledi. Yönetmenliğin özü galiba tek bir oyuncuyla yapılan uzun soluklu bir çalışma. Oyuncunun da tek kişi olarak sahnede seyircinin karşısına çıkmasıyla ilgili biraz. Yönetmen de tek bir oyuncuyla çalışırken, sanatını fazlasızlık olarak ortaya koymasına vesile oluyor.
Dekorsuzluğu neden seçtiğiniz? İki salıncak ve Hikmet Benol…
C. M.: Baştan beri eğilimimiz dekor olmaması yönündeydi. Dekor, kostüm, ışık, müzik, makyaj… fazlalık gibi görmeye başlamıştık. Oyuncuyla ve metinle sadece uğraşalım istiyorduk. Çok gerektiğinde olabilir elbet ve işte iki salıncak oldu. (gülüyoruz) Tiyatroda dekorun olması ezberini bozmaya çalıştık. Metnin içinden çıkmayan bir şeyi sahneye koymak ‘kötü makyaj’ olacaktı. Hiçbir şey olmasa bile düz bir sahne dekordur zaten. Engebeli değil düz sahnedir dekor. Ya da oyuncunun konuşmaya başlamasıyla, müzik de girer onun sesi bir müziktir…
İlerleyen zamanlarda yeni projeler var mı?
C. M.: Anlattığım tiyatro kamplarının ilhamıyla oluşacak mimari bir projemiz var. Bir tiyatro medresesi açmak. Şirince’de bunun çalışmalarını yapıyoruz. Uluslararası festivallerin, atölyelerin, kültürel etkinliklerin yapılacağı bir merkez kurma niyetimiz var. İnşallah bir engelle karşılaşmazsak, bürokratik vs. bir vakıf olarak, bilirsiniz medreseler hep vakıflarla kendini döndürürmüş, cumhuriyet tarihinde açılacak ilk medrese olacak herhalde. (gülüyoruz) Yani medrese gibi bir mimari formun ve eğitim yerlerin dışlanmış olması çok önemli bir kayıp.
130 dakikalık kendi kendine konuşmanın ardından nasıl bir psikolojide oluyorsunuz?
Erdem Şenocak: Bunu size sormak gerekir herhalde, oyundan beş dakika sonra konuşuyoruz bir değişiklik ya da bir delilik görüyor musunuz? (gülüyoruz) Psikolojik bir şey olsaydı sahnede yaptığım, sahnede de iyi yapamazdım.
Oyun uyku halinde başlıyor ve öyle bitiyor. Ben daha farklı yorumlamıştım ve Oğuz Atay, sonunda intihar etmeli Hikmet Benol, diyor ‘Günlükler’inde buna nasıl karar verdiniz?
E. Ş.: Berberin saçı kesmesi gibi, biz de tarayıp, düzeltip, kestik metinde ilerlerken. Büyük kararlar alıp sahneyi ona uydurmak yerine, provalarla şekillendirdik. Nurdan Gürbilek’in yorumu romanın uyku parantezinde geçtiğidir ve biz de bu tür çelişkilerin olmamasına dikkat ediyoruz.
Oyunda metne çok sıkı bir bağlılık gördüm. Doğaçlama hiç yokmuş gibi geldi. Doğru mudur?
E. Ş.: Evet, yani yüzde bir diyebilirim. Paragraf değil de cümle, hatta kelime farklılıkları olabilir bazen. Zaten Oğuz Atay derya gibi. Bir şeyler eklemeye gerek yok.
Oyunda Âşık Veysel’den çok güzel bir türkü söylüyorsunuz ve buna seyirci gülüyor. Sanki tiyatroya gelen kişiler eğlenmeye ve gülmeye geliyor. Oysa çok acı bir noktadır, Veysel’e Anadolu’da Kör Veysel demeleri. Nasıl yorumluyorsunuz bu durumu?
E. Ş.: Biz seyirciye bir önlem alamıyoruz. O kişi bu durumda gülüyorsa bir sessizlik olmasını ve kendiyle yüzleşmesini bekliyoruz ki oldu da bu.
İki salıncağı birçok eşya yerine kullandınız. Bir ara alt pijama bile oldu. Nasıl çıktı salıncak fikri?
E. Ş.: Yönetmenimizin eğilimi sahnede oyuncuyu silahlarından arındırarak seyirciyle baş başa bırakmak. Prova sürecinde ben bazı yerlerde tıkardım ve yönetmenimize söyledim. Bienalde üzerinde Arapça yazların olduğu salıncakların bir sergisini gördüğünü söyledi ve zamanla şekillendi. Hem bu salıncakla Tehlikeli Oyunlar oynamamıza bir zemin olur diye düşündük.
Bazı sahneleri gözü kapalı oynadınız…
E. Ş.: Evet, çünkü bu Tehlikeli Oyunlar. (gülüyoruz)
Çok teşekkür ediyorum hem böyle bir performans için hem de söyleşi için.
E. Ş.: Ben teşekkür ediyorum.

(Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan söyleşinin tam metnidir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder