Oğuz Atay’ın mükemmel romanı Tehlikeli Oyunlar’ı 2009’dan
beri büyük bir özveri ve başarıyla tiyatro ve Oğuz Atay severlerle buluşturan
Seyyarsahne ekibinden oyun öncesinde yönetmen Celal Mordeniz’le ve oyunun
ardından oyuncu Erdem Şenocak’la konuştum. 130 dakikalık muhteşem bir performans.Şimdinin ergen tipleri salona gelip Oğuz Atay'a ve esere bazı saygısızlıklar etse de elden bir şey gelmiyor. Herkesin okuma izleme hakkı var. Anlama hakkı olmadığından seviyorum. Söyleşirken bir de
sürprizle karşılaştım. Ekibin yeni projesi: Tiyatro Medresesi. Böyle bir medresenin kurulması halinde kesin kaydolmak lazım. Halvette tiyatro... Ne müthiş... Henüz Tehlikeli
Oyunlar’ı izlemediyseniz, ki çok kişi olabilir, ilk fırsattı değerlendirin derim. Hikmet
Benol’un iki salıncak arasındaki ‘oyun’ları gerçekten görülmeye değer.
Fikir nasıl ortaya
çıktı? Tehlikeli oyunlara karar verme süreciniz nasıl işledi?
Celal Mordeniz: Erdem’le (Şenocak) 2006’da yine bir tek
kişilik oyun yapmıştık. Ayrıca Oğuz’la (Arıcı) beraber de çalışıyorduk bu
projede. Üç yıl kadar bu oyun sürdü ve yine bir tek kişilik oyun hazırlama
fikri vardı hep aklımızda. 2008 Ağustos’unda Gümüşlük Akademisi’nde, Bodrum’da
tiyatro kampı yapıyorduk. Bu arada akademiyi biraz açıklayalım. Bu sene
altıncısını yaptığımız tiyatro kampları yapıyoruz her yaz. Bu ikişer haftalık
dönemler halinde oluyor. Bütün günümüzü tiyatro faaliyetlerine ayırdığımız,
sanat, fikir üzerine tartıştığımız bir ortam hazırlıyoruz bu kamplarda.
Söylediğim gibi 2008 yazında da bu etkinlikler sürerken akşamları sesli roman
okumaları yapıyorduk. Gençlere, benim çok sevdiğim ve misyonerliğini severek
yaptığım (gülüyor) Oğuz Atay’ı okutmaya karar verdim. Her gece bir arkadaşımız
okuyordu bir bölümü ve Erdem’in okuduğu akşam, evet evet bir şeyler çıkarırız
buradan, dedim. Erdem’e açtım konuyu ve çalışmalara başladık.
Polonya turnesi,
Anadolu turnesi yaptınız. Ankara, İzmir, Adana, Hatay, Diyarbakır, Samsun, Ordu, Oğuz Atay’ın memleketi Kastamonu…
‘Türkiye’nin Ruhu’ Hikmet Benol’u nasıl karşıladı.
C. M.: Ben Oğuz Atay’ı İstanbullu bir yazar, bir aydın, bir
tutunamayan olarak gördüğüm için ve anlattıklarının Anadolu’da çok da ilgi
göreceğini, tam olarak anlamlandırılacağını düşünmemiştim; fakat bütün oyunlar
ilgi gördü ve zihinlerde oturdu. Kastamonu’yu bilmiyorum çünkü oraya gitmedim.
Bir anma programı kapsamındaymış ve İl Kültür Müdürlüğü düzenliyormuş
(gülüyoruz) ücretsiz bir etkinlik olduğundan güme gitmiş ve kargaşa içinde
olmuş. Polonya’da ise enteresandır, dikkatle izlendi. Erdem iki haftalık
programa katılmıştı ve bir ilişki olmuştu. Teknik olarak zorluydu. Tavana
salıncak astırmadılar birçok sahnede ve bize bir jimnastik salonu ayarladılar
ve çok soğuktu. Birçoğu dayanamadı soğuğa. İngilizce üst yazı kullandık. Ama yeterli
değildi. Tabii ‘albayım’ nasıl bir mana yarattı zihinlerinde bilmiyorum. Çünkü
Türkiye’deki bir emekli albayın anlamı çok farklıdır biliyorsunuz.
(gülüyoruz)
Metnin hazırlanma
aşaması nasıl ilerledi?
C. M.: Oyunun ortaya çıkması 8 ay gibi bir sürecin ardından
oldu. Başlangıçta bir ilkeyle, şuraları alırız buraları almayız diye bir
kıstasımız yoktu; fakat ‘sevgi’ bölümünü almayacağımızı biliyorduk. O bölüm
ayrı bir dildi çünkü. Onun dışında çalıştıkça, burayı çıkaralım, bu kısmı
alalım diyerek oluştu metnimiz roman bize yol gösterdi diyebilirim.
Birçok büyük roman
uyarlamaları Devlet Tiyatroları’nda sahneleniyor. Size bir davet, bir talep
geldi mi, gelin DT bünyesinde oynayın, diye?
C. M.: (Gülüyor) Bu soruyu neden sordunuz bilmiyorum. Tabii
ki böyle bir talep gelmez. Talebi bırakın görmezden geliyorlar. Hani Haluk
Bilginer’in yeniden gündeme getirdiği tartışma çok doğrudur ve ben de aynen
öyle düşünüyorum. DT akla zarar bir kurum haline gelmeye başladı. Bir an önce
kapılara kilit vurup, bir reformun ardından seyirciyle buluşması lazım. Bana
Yeniçeri Ocağı gibi geliyor ve kapatılması için umarım çok kan dökülmez. Bir
Vakayı Hayriye olmalı. (gülüyoruz)
Tek kişinin
yönetmenliği nasıl bir disiplin?
C. M.: Benim tiyatro deneyimim biraz bu yönde ilerledi.
Yönetmenliğin özü galiba tek bir oyuncuyla yapılan uzun soluklu bir çalışma.
Oyuncunun da tek kişi olarak sahnede seyircinin karşısına çıkmasıyla ilgili
biraz. Yönetmen de tek bir oyuncuyla çalışırken, sanatını fazlasızlık olarak
ortaya koymasına vesile oluyor.
Dekorsuzluğu neden
seçtiğiniz? İki salıncak ve Hikmet Benol…
C. M.: Baştan beri eğilimimiz dekor olmaması yönündeydi.
Dekor, kostüm, ışık, müzik, makyaj… fazlalık gibi görmeye başlamıştık.
Oyuncuyla ve metinle sadece uğraşalım istiyorduk. Çok gerektiğinde olabilir
elbet ve işte iki salıncak oldu. (gülüyoruz) Tiyatroda dekorun olması ezberini
bozmaya çalıştık. Metnin içinden çıkmayan bir şeyi sahneye koymak ‘kötü makyaj’
olacaktı. Hiçbir şey olmasa bile düz bir sahne dekordur zaten. Engebeli değil
düz sahnedir dekor. Ya da oyuncunun konuşmaya başlamasıyla, müzik de girer onun
sesi bir müziktir…
İlerleyen zamanlarda
yeni projeler var mı?
C. M.: Anlattığım tiyatro kamplarının ilhamıyla oluşacak
mimari bir projemiz var. Bir tiyatro medresesi açmak. Şirince’de bunun
çalışmalarını yapıyoruz. Uluslararası festivallerin, atölyelerin, kültürel
etkinliklerin yapılacağı bir merkez kurma niyetimiz var. İnşallah bir engelle
karşılaşmazsak, bürokratik vs. bir vakıf olarak, bilirsiniz medreseler hep
vakıflarla kendini döndürürmüş, cumhuriyet tarihinde açılacak ilk medrese
olacak herhalde. (gülüyoruz) Yani medrese gibi bir mimari formun ve eğitim
yerlerin dışlanmış olması çok önemli bir kayıp.
130 dakikalık kendi
kendine konuşmanın ardından nasıl bir psikolojide oluyorsunuz?
Erdem Şenocak: Bunu size sormak gerekir herhalde, oyundan
beş dakika sonra konuşuyoruz bir değişiklik ya da bir delilik görüyor musunuz?
(gülüyoruz) Psikolojik bir şey olsaydı sahnede yaptığım, sahnede de iyi
yapamazdım.
Oyun uyku halinde
başlıyor ve öyle bitiyor. Ben daha farklı yorumlamıştım ve Oğuz Atay, sonunda
intihar etmeli Hikmet Benol, diyor ‘Günlükler’inde buna nasıl karar verdiniz?
E. Ş.: Berberin saçı kesmesi gibi, biz de tarayıp, düzeltip,
kestik metinde ilerlerken. Büyük kararlar alıp sahneyi ona uydurmak yerine,
provalarla şekillendirdik. Nurdan Gürbilek’in yorumu romanın uyku parantezinde
geçtiğidir ve biz de bu tür çelişkilerin olmamasına dikkat ediyoruz.
Oyunda metne çok sıkı
bir bağlılık gördüm. Doğaçlama hiç yokmuş gibi geldi. Doğru mudur?
E. Ş.: Evet, yani yüzde bir diyebilirim. Paragraf değil de
cümle, hatta kelime farklılıkları olabilir bazen. Zaten Oğuz Atay derya gibi.
Bir şeyler eklemeye gerek yok.
Oyunda Âşık
Veysel’den çok güzel bir türkü söylüyorsunuz ve buna seyirci gülüyor. Sanki
tiyatroya gelen kişiler eğlenmeye ve gülmeye geliyor. Oysa çok acı bir
noktadır, Veysel’e Anadolu’da Kör Veysel demeleri. Nasıl yorumluyorsunuz bu
durumu?
E. Ş.: Biz seyirciye bir önlem alamıyoruz. O kişi bu durumda
gülüyorsa bir sessizlik olmasını ve kendiyle yüzleşmesini bekliyoruz ki oldu da
bu.
İki salıncağı birçok
eşya yerine kullandınız. Bir ara alt pijama bile oldu. Nasıl çıktı salıncak
fikri?
E. Ş.: Yönetmenimizin eğilimi sahnede oyuncuyu silahlarından
arındırarak seyirciyle baş başa bırakmak. Prova sürecinde ben bazı yerlerde
tıkardım ve yönetmenimize söyledim. Bienalde üzerinde Arapça yazların olduğu
salıncakların bir sergisini gördüğünü söyledi ve zamanla şekillendi. Hem bu
salıncakla Tehlikeli Oyunlar oynamamıza bir zemin olur diye düşündük.
Bazı sahneleri gözü
kapalı oynadınız…
E. Ş.: Evet, çünkü bu Tehlikeli Oyunlar. (gülüyoruz)
Çok teşekkür ediyorum
hem böyle bir performans için hem de söyleşi için.
E. Ş.: Ben teşekkür ediyorum.
(Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan söyleşinin tam metnidir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder