8 Ağustos 2015 Cumartesi

NEYİN NE OLACAĞI BELLİ OLMAZ


“Dün de söylemişti.” dedi saatinihohlayıpsilenadam. Yanındaki saçlarınıkaldırmışamaşapkaaltınasaklamış 16-17 yaşındaki pembekocamankulaklıklı ergene bakarak.
Anons: “Yolcularımızın dikkatine! Trenimiz yapılan kazı çalışmaları nedeniyle on dakika gecikecektir.”
Anons İngilizce: “…”
Saatinihohlayıpsilenadam: “On gündür sıkıntılı meret. Alamadık ki bir döküntü ayağımızı yerden kessin. Nerdeee!”
O sırada yeraltında
Başkazıcı: “On gündür kazıyoz ne oldu? Hiç. Ben dedim mühendise. Sen ne anlarsın, dedi. Ben, dedim, yıllarımı verdim, dedim, mühendis bey, dedim. İşine bak, dedi. Bakıyoz on gündür. Ne oldu? Hiç. İznimizi de yaktı.”
Başkazıcıolmayan: “Eeh!”
Başkazıcı: “Pikniğe gidecektik güya. Zehir etti. Semaver yakacaktık. Pehh.”
Başkazıcıolmayan: “Eeh!”
Başkazıcı: “Odun ateşi ayrı bir tat veriyo. Dönerde de öyle mangalda da. Kömürle iyi olmuyo. Odun ateşi olacak. Şu işimiz bir bitsin ben seni bir pınarın başına götürecem. Bir ateş yakalım. Ateş yakmak önemlidir.”
Başkazıcıolmayan: “Eeh!”
O sırada yerüstünde
Saatinihohlayıpsilenadam: “Emekli parasıyla nerden alıcan araba? Verdik ikramiyeyi oğlanın düğüne. Gelin de bi şeye benzese. Bi çay komaz. Zamane gençleri işte. Hey gidi heyyy!”
Saçlarınıkaldırmışamaşapkaaltınasaklamış ya da pembekocamankulaklıklı ergen: “Bi şee mi dedin amca? Iıı?”
Saatinihohlayıpsilenadam: “Saçın yumak yumak olur elinde kalır öyle şapka takma sürekli bi de kazık gibi dikmişsin. Yazık. Bak benim saçlarıma. Kaç yaşındayım ama sapasağlam. Şampuan bile sürmedim. Hep sabun.”
Ergen: “Ha.. Anladım. Haklısın.”
O sırada yeraltında
Başkazıcı: “Ulan biz boşuna mı kambur olduk? İki büklüm. Adam bi sorar nedir bu çöküntü, diye. Hemen burnunu kaldırıyo, kazalım! Kazalım. Bok var kazıyosun. Nasıl çizdin sen projeyi önce ona bak.”
Başkazıcıolmayan: “Eeh!”
Başkazıcı: “Herif senin benim elli mislim maaş alıyo. Bi şey demiyom Allah daha çok versin, amma bi de bi selam ver kardeşim. Biz adam değil miyiz? Bakmadan geçmeler falan.
Başkazıcıolmayan: “Eeh!”
O sırada yerüstünde
Saatinihohlayıpsilenadam: “Elimde olsa alırım o kulaklığı evirir çevirir… Tövbe estağfurullah. Ne biçim gençlik? Sanki küfrettik herife. Hareketlere bak. Bir de uzaklaştı gitti. Terbiyesiz. İki kelam edilmiyor.”
Anons: “Sayın yolcular trenimiz gelmek üzeredir.”
Anons İngilizce: “…”
Saatinihohlayıpsilenadam: “Gelsin gelsin.”
O sırada yeraltında
Başkazıcı: “Gelsin gelsin. Ben ona gösterecem. Bu sefer öyle emre itaat yok. İtiraz edecem. Ben de rütbeliyim lan. Öyle son model arabaya binmeye benzemez. Malında gözümüz yok amma ne o üsten üsten bakmalar. Kamburuz diye mi?”
Başkazıcıolmayan: “Eeh!”
O sırada yerüstünde
Saatinihohlayıpsilenadam: “Valla çok sinirlendim. Sen kimsin velet bana çemkiriyorsun. Gidip yakasını indireceğim. Daha ölmedik biz de.”
O sırada yeraltında
Başkazıcı: “Ahanda geliyor. Gelsin bakalım Şimdi madara etmez miyim ben onu.”
Başkazıcıolmayan: “Eeh!”
O sırada yerüstünde
Saatinihohlayıpsilenadam: “Hey bana bak!” Duymuyor ki… Hışşşt sana diyorum.”
Ergen: “Ne var be amca”
Saatinihohlayıpsilenadam: “Başlatma lan amcandan…”
O sırada yeraltında
Başkazıcı: “Mühendisbey bi selam yok mu? Burada bir şey yok kazıyoz amma.”
Mühendis: “Sen mi kazıyorsun? Konuşmaktan başka ne yapıyorsun kaç saattir.”
Başkazıcı: “Mühendisbey ayıboluyo ama…”
Bir dakika sonra televizyonda son dakika haberi

Saçlarınıtependentoplayıpbolpudralanmışgerginkadınsunucu: “Evet sayın seyirciler metro istasyonunda yaşanan çöküntüde elimize ulaşan habere göre hem yolculardan hem de kazı çalışanlarından ne yazık ki ölüm haberi var. İstasyonda bulunan muhabirimize dönüyoruz evet Halim sendeyiz.”

2/3

2 Ağustos 2015 Pazar

RUDO



Siz Rudo’yu tanımazsınız. Ya da tanır mısınız bilmem. Aslında ben de tanımazdım. Bilmek. Çoğu kere saçma geldiği için size fazla umursamadan yanından burun kıvırıp geçmişsinizdir. İnsanın ilk andan beri aklında olan bir sözdür o. O geride kalmış ama hep taşınmıştır. Taşınırken unutulmuş, buna aldırmamıştır. İnsan onu sözle şekillendiremez. Ellerinizi bükseniz içe doğru ve sonra kolunuzu kaldırsanız yukarıya ve çenenizle serçe parmağınıza değmeye çalışsanız dahi tam olarak taklit edemezsiniz. Sizi tanıyorum ve bu yüzden net konuşuyorum. Rudo iyi bir şeydir. Herkes biraz şeydir biraz da şey değildir. İzninizle bir köşeyi dönüp geleceğim ve burada sizi bulacağım. (…) Evet. Buradayız ve buradasınız. Size bakmama izin verdiğiniz ve size Rudo’yu anlatmama da izin verdiğiniz ve burada olduğunuz için sonsuz teşekkürler.
Bir babayla tanıştım. Gururluydu. Bazı uzuvları çalışmıyordu. Bu önemsizdi. Gözlerini bakmak için kullanıyordu. İnsan bakabilir. Rudo bakmaz. Bir anne yanında duruyordu ve yanakları kırmızıydı. Anne sonsuz kere anneydi ve Rudo anne değildir. Baba olmayı isterseniz olun ve anne olmayı isterseniz olun ama olacak bir şey bulamazsanız Rudo’yu örnek alın. O çok şeydir. Şimdi sessizce oturalım yere. Bir koltuğa, kanepeye, divana ya da iskemleye gerek yok. Yer bizim bir parçamız. O aslında bir tanıdığımız ve sizi çok seviyor şüphesiz. Biraz uzanın ve beliniz yere temas etsin. Temas önemlidir. (…) Evet. Rudo temas etmez. O kalıcıdır.
Ben kimim ya da babalarımız nereden gelmiştir diye çokça sorup atalarınızla övünmüşsünüz ve bu sağlam kaynak arama mücadelelerine girişmişsinizdir. Rudo için böyle sorunlar yoktur. Onun sorunu yoktur. O sizin gibi sorular sormaz, bütün cevaplar ondadır. Geceler boyu düşünen insanlar var ve düşsüz bir uykudur aslında istekleri lakin musahip noksanlığı yaşadıklarından içlerindeki bitmez tükenmez kaçıklıklarını geceyle boğmaya çalışırlar. Efsunlu bir karışım aradığınız dostum. Yanlış. Buyurmaz mısınız? Su kadar arı olmalı çare. Çareler çetrefilli olmaz. Rudo da saftır mesela.
Bir kelime başka bir kelimenin tanımlayıcısı olabilir pekâlâ. Sizin önadınız nedir? Birçok tavsiye verebilirim, bunları alabilirsiniz. Hayır. Karşılıksızdır. Kilo yapmaz.
Duralım.
(…)
Heidegger’i tanıyorsanız ve Rudo’dan habersizseniz bu sizin ayıbınız değil. Ben ve benim gibiler buradan kendilerine pay çıkarmalı. Özrümüzü kabul edin. Doğumlar ve ölümler kadar temizdir niyetimiz. Kişi zamana değdikçe kaybolur. Sizden bir ricamız Rudo’yu bir anla, takvimle sınırlandırmamanızdır. İşte bu gerçekleştiğinde siz de anlatabileceksiniz. Çağrıya kulak verin. Kaybedenler bölenlerdir şüphesiz. Bir toplam olarak varız. Avucunuzu açın ve bakın. Bir kirpi hikâyesi duymuşsunuzdur.  Gayrimeskûn bir köyde başını arayan kirpi dereye atmıştır kendini. Başım yoksa ben neredeyim, diye? Kirpinin aklına başını düşüren yılandır.
Bir türkü söyleyebilir misiniz? (…) Elbette şaka.
İzninizle.

Rudo’yu unutmayın.

0/3 

19 Temmuz 2015 Pazar

KÖPEK GİBİ UYUYORUZ




Birlikte bakalım.

Sarının ve dolayısıyla sıcaklığın yoğun olduğu bir görüntü. Bir oda ve bir adam, uzatmış ayaklarını uyukluyor. Bir müzik başlıyor adam bundan habersiz. İnce bir santur sesi duyuyoruz, pesten başlayan bir nota silsilesi. Türk müziğini andırıyor santurdan kulağımıza gelen. San-ta-ra-la-la-san-tu-ra-la-la…  Oda on beş metrekare, kapıdan odaya bakıyoruz ve kapının hemen karşısında ucuzca bir kaldıraçyatta adam yatıyor. Kapıdan baktığımızda netlik adamda ama flu birçok nesne var. Mesela sağ tarafta bir komodinin üzerinde vücuda sonradan konulmuş bir baş gibi tüplü televizyon ve odanın ortasında birçok irili ufaklı yiyecek içeceğin bulunduğu orta sehpa. Sehpanın sağında yani televizyonun daha ötesinde tekli koltuk, onun tam karşısında duvara dayalı bir masa iki sandalyeyle birlikte.

Adama yakınlaşıyoruz. Renklerimiz yine sarısıcak. Orta sehpanın üzerinden bakıyoruz bu sefer adama. Silik bir yüzü var adamın, sakalları ve bıyığı yok köselikten. Saçları, kıvırcık ve kısa. Kahverengilikten ve güneşten rengi atmış bir nesne gibi saçları. Ermeni bir burnu var ve ince hissiz dudakları. Gırtlağındaki elma her günaha yorulabilir. Çatlak dudaklarının arasından ağızının suyu akıyor yastığına doğru. Müzik biraz tizleşiyor ve sin-ti-ri-li-li sen-tö-rü-lü-lü…

Sehpanın üzerin adamın ağzına doğru yavaş bir hareketle ilerliyoruz. Santurun sesine adamın mırıltısı eşlik ediyor. Yazın tozlu güneşi odada, adamın etrafında uçuşuyor. Adam net bir şeyler söylemiyor. Dudaklarındaki ıslaklık içinden, söz içinden, ses içinden. Ağzından yukarıya doğru çıkınca gözkapaklarının altında gözlerinin bir oyana bir bu yana hareket ettiğini görüyoruz. Bu hareketliliğe dâhil oluyoruz. İyice yaklaştığımız gözlerinden düşe düşüyoruz.

Renk değişiyor, sarı grileşiyor ve santur ritmini hızlandırıyor. Yine kapıdan hareket ediyoruz ve biraz önceki odada adamın yattığı yerde bir beşik, beşiğin etrafında bir cibinlik içerisinde kıpırdaşan bir şey. Cibinliğe ve içeriye doğru giriyoruz. Adamın kafası bir çocuk vücudunda bulunuyor. Hem komik hem korkutucu bu görüntüye ulaşırken santurdan bir kahkaha sesi çıkıyor. Adam parmağını emiyor ve bize doğru bakıp gülümsüyor. Bir el uzanıyor adam doğru baktığımız yönden ve emdiği parmağına vuruyor. Ele vuran sesleniyor (ne kadın ne erkek sesi, santurun sesine daha çok benziyor): “Kaç yaşına geldin hâlâ parmak emiyorsun. Hayvan gibi şeyapıyosun ya.”

Aldığı darbeyle rüyadan gerçek zamana, sarıya dönüyoruz ve santur pes tona düşüyor. Adamı boylu boyunca görüyoruz. Gözlerini korkuyla açan adam uyandığı dünyayı algılamaya çalışırken yine sahibi görünmeyen bir el adamın omzunda bir tokat olup patlatıyor ve elin sahibi sesleniyor (yine santur sesi gibi): “Kaç saattir yatıyorsun, köpek gibi uyuyorsun, orucu uykuya tutturuyorsun.” Adam iki dünya arasında gidip gelirken ve aldığı darbeden dolayı çok sinirleniyor. Santurun tize çıkmasıyla beraber adama iyice yaklaşıyoruz ve adam ağzından tükürükler saçarak konuşuyor: “Hayvan gibi şeyapıyosunuz, bir rahat bırakmıyorsunuz, öğleni kıldım ikindiye çok var daha.” 



3/3

2 Ağustos 2013 Cuma

KAYIP




Bir süpürge çekti beni
Hüüüüüp...
Allah’ım neler yutmuş bu canavar
İçinde saç teli,
Türlü türlü zibil var.

Tanımadan şu lokma beni
Attım yumurta kabuğunun altına kendimi
Sarmaş dolaş olmuş
Bir izmaritle beyaz leblebi
Hangi rakı sofrası bunun müsebbibi.

Uzak köşede düz durmuş tahta kalem
Nasıl da girmiş buraya son hecem
Kağıdı aramak boşunaymış demek
Yırtık resmin altında yerini almış çoktan.

Bak sevdiğim de çekilmiş
Çer çöp bozmuş kakülü.

İnsan ne atıyorsa kenara

Unutuyor bir süpürge torbasında.

28 Nisan 2013 Pazar

McDonald's




Orhan Duru "Fırtına" adlı öykü kitabında -14 öyküden oluşuyor- 90ların karanlık, çözümsüz, yeniye alışmaya çalışan, bolca tüketen, blucinli, tvli, kolalı, meşrubatlı; çok politik, az politik, korkak ve üşengeç günlerini anlatıyor okura. Öykülerin hepsi müthiş ama ben -tadımlık- "McDonald's"ı resimledim, okunsun diye.





19 Şubat 2013 Salı

Ben Şairim Ben





Merhaba ben kendim şairim. Bu yılların şairi. En çok kendim hakkında konuşmayı severim. Anadolu’da doğdum. Sonradan geldim İstanbul’a üniversite okumak için. O arada da birçok kulübe girdim çıktı. Üniversitedeyken çok kısa film senaryosu yazıp çekmeye çalıştım. İran sineması hakkında konuştum. Avrupa sinemalarından örnekler izledim festivallerde. Çok festivale katıldım. Şehir Tiyatroları'nda birçok oyun gördüm. Kendimi iyi yetiştirdim anlayacağınız. Ve artık şair olmalıydım. Oldum. Şair dostlarım da oldu. Dostlarım beni öven ve gittiği her yerde benim şiirlerimden bahseden kişilerdir. Ben de kendimi övmeyi severim. Bir kamu kuruluşundan maaş alırım. Maaşımla genellikle kendi kitaplarımı bastırır ve kitapçılarda ısrarla arar, alırım. En çok kendi şiirlerimi okurum. İki üç kişilik bir ortam oldu mu bir vesile, bir şiirimi okurum. İlgi görürsem ezberden bütün şiirlerimi okurum. Bütün şiirlerim iyidir. Onları ilhamla yazarım. İlham için depresyona girerim. Gittiğim birkaç mekân vardır. Bunlar esnaftır ve bu dükkânları işletenlere ağbi, diye seslenirim ve bu ağbilere şiirlerimde yer veririm. Bazılarına ithaf ederim. Sonra onlara da gösteririm şiirleri ve bedava çay çorba içerim. Boş zamanlarımda fanzin çıkarırım. İki sayıdan sonra sıkılırım. Merkez dergilerin her birinde birer şiirim yayımlanmıştır. Tanıdığım editör üstadlarım da vardır. Ben de onları överim. Şiirimi yayımlamayan dergiler hakkında ağır sözler söylerim. Arkadaş arasında küfrederim. Blogumda ise daha edebi söverim. Sonuçta ben bir şairim. Gönderdiğim dergiye göre uygun yazarlardan alıntılar yaparım. Epigrafsız başlamam hiçbir şiire. Birçok yeni biçim denemişliğim vardır. Uzunca yazmaya çalışırım, şey yani ilham öyle gelir. Uzun uzun gelir ilham. Her konuda şiir yazarım, hatta aynı şiirin içinde birçok konuya girer çıkarım. Şiirlerimin başladığını ve bittiğini anlamazsın ben de anlamam zaten, yani şey çok derin oldukları için. Şiirlerim derindir. Herkesin anlamasını beklemem ama okumasını isterim. En sevdiğim şair yoktur. En sevdiğim yazarlar vardır. Bunlar Dostoyevski, Hegel, Kierkegaard, Schopenhauer, Camus, Kafka ve Oğuz Atay’dır. Tanpınar’ı da severim. Onu ayrıca överim. Hepsinden birer parça okumuşumdur, yani bilirim onlardan cümleler. Sohbet arasında sıklıkla vurgularım bu böyle söyler, şu böyle demiştir, diye. Fazlaca kafkaeskimdir. Az sevgilim olmuştur, bayağı az. Çirkin ama karizmatiğimdir. Bütün büyük şairler böyledir. Bazen insanların içinde garip davranışlar sergilerim. Bütün büyük şairler ilginç insanlardır. Garipliklerimi insanlarla paylaşırım. Twitter kullanırım. Beni takip etmeyeni ben hiç etmem. Beni takip eden dostlarımı takip ederim. Dostlarımın kimler olduğunu söylemiştim. Yakında üçüncü kitabımı bastıracağım, yani üçüncü kitabım basılacak. Editör tanıdıklarımın olduğunu da söylemiştim. Şiirlerimi okumanızı tavsiye ederim. Şiirlerimle ilgili güzel eleştiriler yazmanız iyi olur. Hoşuma gitmeyen şeylere blogumdan edebi şeyler yazdığımı söylemiştim. Yakında yine dergi çıkaracağım umarım bu sefer beş sayıyı geçerim. En çok dört sayılık dergi çıkardım. Dergi temsilcisi olmak isteyen arkadaşlar twitterdan mentionla şeyedebilir. Son olarak: artık şiir okunmuyor, şiir kitapları basılmıyor, kimse dergi almıyor, ben de bir aşk romanı yazacağım.
Sevgilerimle.

31 Ocak 2013 Perşembe

TAŞRADA...







“Anadolu’da işsizliğin doğurduğu yegâne iş olan dedikodu almış yürümüştü.” diyor Sabahattin Ali “Bir Skandal” adlı öyküsünde (Bütün Öyküler I, YKY) başkahraman Nurullah’ın ağzından. 1930’ların Türkiye’sinde taşrayı anlatan metinden bir cümle bu… Ya şimdi? Ne tür değişimler oldu o günden bugüne ülkede; köylüsü, şehirlisi, aydını hangi evrelerden geçti, gelişme gösterebildi mi? 
Bir süredir taşradayım. Anadolu eşittir taşra, taşralı olmak da köylü olmaktır zihinlerde. Daha radikal bir tanımla İstanbul hariç Türkiye Anadolutaşra’dır.
Taşrada insanlar işlerine gider, işlerinden çıkar evlerine varırlar, yemek yiyip çay höpürdetirler, televizyondan İstanbul’un arka sokaklarına dalarlar, maceralar hemen yorar ve uykuya geçerler, rüya görmez çokça horlarlar, horlamaları yorgunluktandır.
Anadolu’da çarşı vardır. Selamlaşma bol olur. Tanışlığın çokluğu dedikoduyu arttırır. Birinin açığını bulup eğlenmek keyif vericidir.
Taşra biraz daha küçülüp köye kasabaya dönüşünce her şey duyulur. Gece bir komşun öksürse duyarsın koltuğunda otururken, aşağı mahallede biri ölünce feryadını duyarsın yakınının,  bir hırsızlık olsa hemen duyarsın, biri birinin arkasından konuşsa duyulur, bu küçük yerleşimlerde müezzin hoparlörsüz okusa da ezanı duyarsın, biri biriyle kavgalı olsa duyulur hasımlığı, dostluklar da hemen duyulur düşmanlıklar da.
Buralarda yeni bir otomobil alan adamın cakasını her yerde duyarsınız ya da batmış bir esnafın çaresizliğini. Uzun zaman sonra dönen gurbetçilerinin hasretini duyarsınız sabah çıktığınızda bir gün evinizden. Her Allah’ın sabahı yukarıdaki okulda çocukların andımız okumalarını, her pazartesi, her cuma okunan İstiklal Marşı’nı nerde olursanız olun işitirsiniz. Kaç adımdır ki bu şehirlerin bir ucundan öteki ucu.
Ölülerin arkasından okunan mevlitleri duyarsınız, söylenen hüzünlü-içli türküleri, sabahları yeni fırından çıkmış ekmeklerin kokusunu duyarsınız. Biri evlense düğün konvoyunu gürültüsünü, alkışları, oyun havalarını, gelinin ağlamasını durasınız; güveyin gururunu hissedersiniz.
Taşra neredeyse hep böyle köşede kalmıştır. Aziz Bey hadiselerine çok rastlanmasa da kadın hikâyeleri uyduran boldur. Vavien’de olduğu gibi karısını (eşini diyemiyorum çünkü kimse eşim demez) çaktırmadan öldürmek isteyenler, onlar olmasa ne mutlu olurum, diyenler çoktur.
Anadolu’nun genel manzarası bu vaziyettedir. Değişim olmakla beraber gelişim pek gözükmemektedir. Bir de İstanbul’da olduğu gibi aydın geçinen kesim vardır taşrada. “Münevverlerimizde dimağların rolü körbağırsağınkinden daha fazla değildi.” diyordu aynı öyküde kahramanımız Nurullah. Suya sabuna dokunmayan bu tipleri tasvir etmiş ‘asi aydın’. Bugün ise biraz değişmekle birlikte benzer aydın tipi çıkar karşınıza. Bunlar da zihinlerini mideleriyle eşdeğer tutmaktadırlar. Suya birbirlerinin üstlerini ıslatmak için dokunurlar, sabundansa uzak dururlar. Nerede karınları doyuyorsa orada yer alırlar. Taşrada olduğu gibi merkezdeki zihin işçileri de aynı haleti ruhiye içinde değiller mi? Oysa ideal entelektüel; muhalif, sözünü sakınmayan midesini ikinci plana atabilendir. Bu mesele uzar gider. Biz yine Anadolu’ya hatta köylümüze dönelim. Efendimiz olan köylümüze…

 “Mesela biz şehirlerde hükümete vergi veririz değil mi? Buna mukabil hiç olmazsa sokağımızda bozuk kaldırım, yollarda sönük bir lamba, evlerimizin ve şahsımızın selameti için mevcut olduğu söylenen bir zabıta vardır; çocuklarımızı hiç olmazsa boş gezmekten kurtaracak bir mektep buluyoruz. Fakat sorarım size: Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur. Candarma onlara asayişten ziyade vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi aldatmayalım, köylü mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey, kelimenin bütün manasıyla hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek belki, eğer bir parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin boğazımızda kalmasına sebep olacaktır ve ihtimal vicdanımızın sadasını duymamak için: ‘Köylü efendimizdir!’ gibi cümleler güzel birer morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek iktidarında değildir.” (yine Nurullah)

Yukarıdaki alıntıda, Sabahattin Ali, II. Dünya Savaşı öncesi büyük resmi gösteriyor. Uzun yokluk yılları, maddi imkânsızlıklar… Yıllar geçiyor, belki otuz bilemedin kırk sene… Ne değişiyor ülkede, köylüye bakışımızda değişen ne? Oğuz Atay’a kulak verin isterseniz:

“Ülkemizde en çok yetişen köylüdür. Köylü, bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için çok emek vermeye ihtiyaç yoktur. Köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür erken meyva verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. (…)Son yıllarda kuru üzüm ve incirin yanı sıra, köylü de göndermeye başlamışızdır. Bu köylüleri önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. Azgelişmişülke göndeririz, yardım gönderirler.  Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkür gönderirler. Binzorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz, dışülkelerdeçalışanyabancılar istatistiği gönderirler. Gerçek insanlarımızı göndeririz; bizeonlardanmektup gönderirler" (Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yay.)

Değişim görülüyor kuşkusuz. Maddi bir refahın ucu görünüyor şurada burada. Avrupa’ya gidenlerin ülkemizdekilere para göndermesi, tarımda ve ticarette bazı atılımlar. Yolların ve okulların yapımı, üniversitelerin çoğalması ilh… Peki, zihinlerde, düşünce planında bir gelişim söz konusu mu? Değil.
Biz bunların üzerine kırk yıl daha koyalım, günümüze gelelim. Duble yollarımızı, yüksek hızlı trenlerimizi, en ufak ilçeye bile kurulan fakültelerimizi gözümüzün önüne getirelim. Ne büyük değişiklikler var değil mi? Muazzam bir yüz yenileme, kabuğunu kırma, az gelişmişlikten gelişmekte olan ülke seviyesine yükselme… Bütün bunlardan insanımızın insanlığına eklediği ne? Para. Tuhaf, ama artık herkes üniversite okuyor, uzaktan, açıktan, akşamcı, sabahçı… Ne yazık ki akademi artık anlamından çok uzakta bir hizmete aracı. Taşralı, köylü halen zihin olarak yoksul, belki geçmişe göre daha aç maneviyat olarak. Paranın ve rahatlığın getirdiği gevşeme zihinlerde olduğu gibi yaşamaya da yansıyor. Anadolu Anadoluluğunu kaybediyor, yeni bir insan tipi ortaya çıkarılıyor. Bu insan gazeteyi bulmaca, televizyonu uyuklama, interneti facebook için kullanıyor.
Tüm bunlara rağmen neden her televizyon kanalında yudumyudumanadolu, oylumoylumtürkiye, parselparseltaşra nevinden programlar yapılıyor. Merkezdekilere Anadolu’nun türlü güzelliklerini göstermek için mi yoksa ekranları başındaki uykulu gözleriyle ertesi gün çekeceği yolun yorgunluğunu aklına getirmiş köylüşehirlilere, memleketine dön, metrobüsten in, traktöre bin, çağrısı mı yapıyorlar? Veyahut küçük belediye başkanlarının, biz bunu yaptık, şurada şöyle çalıştık, partimize duyurulur, propagandası mıdır? Bilinmez.
Söz konusu Anadolu olunca, ülkemiz olunca, söylenecek o kadar çok şey var ki… Değişimin olup olmadığı, gelişimde hangi noktaya geldiğimiz hususunda daraltsak da konuyu, yine de dallanıp budaklandı. Bu yüzden toparlayalım:
Makûs talih koca coğrafyadan silinememiştir, sadece üstü örtülmüştür. Oluşturulan yeni tip, köylüşehirli, eskiden sahip olduğu değerleri bir uzay aracı gibi git gide bırakarak bir süre sonra çıplak, küçük bir maddeye dönüşmüştür. Anadolu’nun yaşmağı, al yanaklı güzelleri, utangaç delikanlıları yok olmuş, masal kişileri gibi varlığından şüphe edilmeye başlanmıştır. Sekülerleşme ve ahlâktan uzaklaşma, gelenekten kopma gerçekleştirilmiştir. Tüm eksiklerine rağmen saf ve masum köylümüz maalesef imha edilmiştir.
Başta dediğim gibi bir süredir küçük bir Anadolu şehrindeyim ve Ramazan ayı olmasına rağmen (diğer aylardaki tahribatı yadsımıyoruz artık) gündüzleri cafe denilen pastabörekçaykahvemeşrubatçılar ağzına kadar dolu, akşamları 16-17 yaşlarındaki azmanlar el ele, dudak dudağa gezmektedirler. Sokaklar fazla aydınlık olmasına rağmen insanlar kararmıştır.
Kısacası Anadolutaşra merkeze yaşam tarzı(!) olarak yaklaşırken zihin olarak hiçbir gelişim yaşanmamıştır. Maddi olarak bazı imkânlara sahip olan taşrakişisi manevi olarak birçok değerinden vazgeçmiştir.
Yine de Ne mutlu Türk’üm diyene!
İyi dersler arkadaşlar!
Sağol!




(Edebiyat Ortamı sayı:28)