18 Ocak 2012 Çarşamba

kar...





Binaların gözlerine beyaz perde
Çatıların uzun tırnaklarında beklemede
Ağaçların kır kolları hasretle
Lohusa toprak, süt dolu göğsüyle
Kar, bu durağanlıkta koca bilge

Bir babanın koruyuculuğu karda
Susuşunda, beyazın parlaklığında
Ağırlığında ve doyuruculuğunda
Doğacak yeni çocuğu için ayakta
Kulağına fısıldayacak ezanı, baharla...

13 Ocak 2012 Cuma

ÇATISIZ












                                                                                     
Bir merdiven bana ev oldu
Yağmurda ıslansam da
Gizlendiğim, içime döndüğüm yer
Bir kere altına girip çıkamadığım
Batılım oldu
Geriye dönmediğim
Erkekliğim
Her basamağında seviştiğim
Yatağım
Ne kadar tırmansam da
Yerimde saydığım
Düşlerim oldu.

O'an...





Yıllar yılı yedi cücelerin kahrını çekmiş, elmalı pastadan kol böreğine kadar her türden hamur işiyle uğraşan Pamuk Prenses kötü kalpli cadıdan çekmediği dertleri kocasından çekiyor. Halbuki böyle mi olacaktı... Bir öpücükle onu dünyaya döndüren prens bu hale mi gelecekti. Demek ki her şey Pamuk Prenses'in gönlünü kazanıncaya kadardı. O da diğer erkek gibiydi. Peş peşe yaptığı doğumlar kadar yıpratmamıştı yedi cüceler ve cadı. Eve ekmek bile getirmeyen bu kocayla ömür nasıl geçerdi. At yarışından başka bir şeyle ilgilenmeyen bu adam bir gün olsun bir çocuğunu pişpişlememişti. Bir de köpeği vardı kendinden pis.
İşte O'an Pamuk Prenses yine o kırmızı yanaklarıyla baktığı objektife bakarken çaresizliğinden mustarip. Onu yeniden hayata döndürecek bir prens arıyor.Yakışıklı falan değil, devlet memuru olsun, biraz ona yardım etsin, ayda bir dışarıda yemek yedirsin yeter...

12 Ocak 2012 Perşembe

Tehlikeli Oyunları izlemek şart




Oğuz Atay’ın mükemmel romanı Tehlikeli Oyunlar’ı 2009’dan beri büyük bir özveri ve başarıyla tiyatro ve Oğuz Atay severlerle buluşturan Seyyarsahne ekibinden oyun öncesinde yönetmen Celal Mordeniz’le ve oyunun ardından oyuncu Erdem Şenocak’la konuştum. 130 dakikalık muhteşem bir performans.Şimdinin ergen tipleri salona gelip Oğuz Atay'a ve esere bazı saygısızlıklar etse de elden bir şey gelmiyor. Herkesin okuma izleme hakkı var. Anlama hakkı olmadığından seviyorum. Söyleşirken bir de sürprizle karşılaştım. Ekibin yeni projesi: Tiyatro Medresesi. Böyle bir medresenin kurulması halinde kesin kaydolmak lazım. Halvette tiyatro... Ne müthiş...  Henüz Tehlikeli Oyunlar’ı izlemediyseniz, ki çok kişi olabilir, ilk fırsattı değerlendirin derim. Hikmet Benol’un iki salıncak arasındaki ‘oyun’ları gerçekten görülmeye değer.

Fikir nasıl ortaya çıktı? Tehlikeli oyunlara karar verme süreciniz nasıl işledi?
Celal Mordeniz: Erdem’le (Şenocak) 2006’da yine bir tek kişilik oyun yapmıştık. Ayrıca Oğuz’la (Arıcı) beraber de çalışıyorduk bu projede. Üç yıl kadar bu oyun sürdü ve yine bir tek kişilik oyun hazırlama fikri vardı hep aklımızda. 2008 Ağustos’unda Gümüşlük Akademisi’nde, Bodrum’da tiyatro kampı yapıyorduk. Bu arada akademiyi biraz açıklayalım. Bu sene altıncısını yaptığımız tiyatro kampları yapıyoruz her yaz. Bu ikişer haftalık dönemler halinde oluyor. Bütün günümüzü tiyatro faaliyetlerine ayırdığımız, sanat, fikir üzerine tartıştığımız bir ortam hazırlıyoruz bu kamplarda. Söylediğim gibi 2008 yazında da bu etkinlikler sürerken akşamları sesli roman okumaları yapıyorduk. Gençlere, benim çok sevdiğim ve misyonerliğini severek yaptığım (gülüyor) Oğuz Atay’ı okutmaya karar verdim. Her gece bir arkadaşımız okuyordu bir bölümü ve Erdem’in okuduğu akşam, evet evet bir şeyler çıkarırız buradan, dedim. Erdem’e açtım konuyu ve çalışmalara başladık.
Polonya turnesi, Anadolu turnesi yaptınız. Ankara, İzmir, Adana, Hatay, Diyarbakır, Samsun,  Ordu, Oğuz Atay’ın memleketi Kastamonu… ‘Türkiye’nin Ruhu’ Hikmet Benol’u nasıl karşıladı.
C. M.: Ben Oğuz Atay’ı İstanbullu bir yazar, bir aydın, bir tutunamayan olarak gördüğüm için ve anlattıklarının Anadolu’da çok da ilgi göreceğini, tam olarak anlamlandırılacağını düşünmemiştim; fakat bütün oyunlar ilgi gördü ve zihinlerde oturdu. Kastamonu’yu bilmiyorum çünkü oraya gitmedim. Bir anma programı kapsamındaymış ve İl Kültür Müdürlüğü düzenliyormuş (gülüyoruz) ücretsiz bir etkinlik olduğundan güme gitmiş ve kargaşa içinde olmuş. Polonya’da ise enteresandır, dikkatle izlendi. Erdem iki haftalık programa katılmıştı ve bir ilişki olmuştu. Teknik olarak zorluydu. Tavana salıncak astırmadılar birçok sahnede ve bize bir jimnastik salonu ayarladılar ve çok soğuktu. Birçoğu dayanamadı soğuğa. İngilizce üst yazı kullandık. Ama yeterli değildi. Tabii ‘albayım’ nasıl bir mana yarattı zihinlerinde bilmiyorum. Çünkü Türkiye’deki bir emekli albayın anlamı çok farklıdır biliyorsunuz. (gülüyoruz) 
Metnin hazırlanma aşaması nasıl ilerledi?
C. M.: Oyunun ortaya çıkması 8 ay gibi bir sürecin ardından oldu. Başlangıçta bir ilkeyle, şuraları alırız buraları almayız diye bir kıstasımız yoktu; fakat ‘sevgi’ bölümünü almayacağımızı biliyorduk. O bölüm ayrı bir dildi çünkü. Onun dışında çalıştıkça, burayı çıkaralım, bu kısmı alalım diyerek oluştu metnimiz roman bize yol gösterdi diyebilirim.
Birçok büyük roman uyarlamaları Devlet Tiyatroları’nda sahneleniyor. Size bir davet, bir talep geldi mi, gelin DT bünyesinde oynayın, diye?
C. M.: (Gülüyor) Bu soruyu neden sordunuz bilmiyorum. Tabii ki böyle bir talep gelmez. Talebi bırakın görmezden geliyorlar. Hani Haluk Bilginer’in yeniden gündeme getirdiği tartışma çok doğrudur ve ben de aynen öyle düşünüyorum. DT akla zarar bir kurum haline gelmeye başladı. Bir an önce kapılara kilit vurup, bir reformun ardından seyirciyle buluşması lazım. Bana Yeniçeri Ocağı gibi geliyor ve kapatılması için umarım çok kan dökülmez. Bir Vakayı Hayriye olmalı. (gülüyoruz)
Tek kişinin yönetmenliği nasıl bir disiplin?
C. M.: Benim tiyatro deneyimim biraz bu yönde ilerledi. Yönetmenliğin özü galiba tek bir oyuncuyla yapılan uzun soluklu bir çalışma. Oyuncunun da tek kişi olarak sahnede seyircinin karşısına çıkmasıyla ilgili biraz. Yönetmen de tek bir oyuncuyla çalışırken, sanatını fazlasızlık olarak ortaya koymasına vesile oluyor.
Dekorsuzluğu neden seçtiğiniz? İki salıncak ve Hikmet Benol…
C. M.: Baştan beri eğilimimiz dekor olmaması yönündeydi. Dekor, kostüm, ışık, müzik, makyaj… fazlalık gibi görmeye başlamıştık. Oyuncuyla ve metinle sadece uğraşalım istiyorduk. Çok gerektiğinde olabilir elbet ve işte iki salıncak oldu. (gülüyoruz) Tiyatroda dekorun olması ezberini bozmaya çalıştık. Metnin içinden çıkmayan bir şeyi sahneye koymak ‘kötü makyaj’ olacaktı. Hiçbir şey olmasa bile düz bir sahne dekordur zaten. Engebeli değil düz sahnedir dekor. Ya da oyuncunun konuşmaya başlamasıyla, müzik de girer onun sesi bir müziktir…
İlerleyen zamanlarda yeni projeler var mı?
C. M.: Anlattığım tiyatro kamplarının ilhamıyla oluşacak mimari bir projemiz var. Bir tiyatro medresesi açmak. Şirince’de bunun çalışmalarını yapıyoruz. Uluslararası festivallerin, atölyelerin, kültürel etkinliklerin yapılacağı bir merkez kurma niyetimiz var. İnşallah bir engelle karşılaşmazsak, bürokratik vs. bir vakıf olarak, bilirsiniz medreseler hep vakıflarla kendini döndürürmüş, cumhuriyet tarihinde açılacak ilk medrese olacak herhalde. (gülüyoruz) Yani medrese gibi bir mimari formun ve eğitim yerlerin dışlanmış olması çok önemli bir kayıp.
130 dakikalık kendi kendine konuşmanın ardından nasıl bir psikolojide oluyorsunuz?
Erdem Şenocak: Bunu size sormak gerekir herhalde, oyundan beş dakika sonra konuşuyoruz bir değişiklik ya da bir delilik görüyor musunuz? (gülüyoruz) Psikolojik bir şey olsaydı sahnede yaptığım, sahnede de iyi yapamazdım.
Oyun uyku halinde başlıyor ve öyle bitiyor. Ben daha farklı yorumlamıştım ve Oğuz Atay, sonunda intihar etmeli Hikmet Benol, diyor ‘Günlükler’inde buna nasıl karar verdiniz?
E. Ş.: Berberin saçı kesmesi gibi, biz de tarayıp, düzeltip, kestik metinde ilerlerken. Büyük kararlar alıp sahneyi ona uydurmak yerine, provalarla şekillendirdik. Nurdan Gürbilek’in yorumu romanın uyku parantezinde geçtiğidir ve biz de bu tür çelişkilerin olmamasına dikkat ediyoruz.
Oyunda metne çok sıkı bir bağlılık gördüm. Doğaçlama hiç yokmuş gibi geldi. Doğru mudur?
E. Ş.: Evet, yani yüzde bir diyebilirim. Paragraf değil de cümle, hatta kelime farklılıkları olabilir bazen. Zaten Oğuz Atay derya gibi. Bir şeyler eklemeye gerek yok.
Oyunda Âşık Veysel’den çok güzel bir türkü söylüyorsunuz ve buna seyirci gülüyor. Sanki tiyatroya gelen kişiler eğlenmeye ve gülmeye geliyor. Oysa çok acı bir noktadır, Veysel’e Anadolu’da Kör Veysel demeleri. Nasıl yorumluyorsunuz bu durumu?
E. Ş.: Biz seyirciye bir önlem alamıyoruz. O kişi bu durumda gülüyorsa bir sessizlik olmasını ve kendiyle yüzleşmesini bekliyoruz ki oldu da bu.
İki salıncağı birçok eşya yerine kullandınız. Bir ara alt pijama bile oldu. Nasıl çıktı salıncak fikri?
E. Ş.: Yönetmenimizin eğilimi sahnede oyuncuyu silahlarından arındırarak seyirciyle baş başa bırakmak. Prova sürecinde ben bazı yerlerde tıkardım ve yönetmenimize söyledim. Bienalde üzerinde Arapça yazların olduğu salıncakların bir sergisini gördüğünü söyledi ve zamanla şekillendi. Hem bu salıncakla Tehlikeli Oyunlar oynamamıza bir zemin olur diye düşündük.
Bazı sahneleri gözü kapalı oynadınız…
E. Ş.: Evet, çünkü bu Tehlikeli Oyunlar. (gülüyoruz)
Çok teşekkür ediyorum hem böyle bir performans için hem de söyleşi için.
E. Ş.: Ben teşekkür ediyorum.

(Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan söyleşinin tam metnidir.)

11 Ocak 2012 Çarşamba

İNS



Döneminin belki de en anlaşılmaz, üslup olarak fazlaca uçurumlu, âdeta gizli bir hazine gibi kendini, kendi sandukasına kilitlemiş şairi Cahit Zarifoğlu’nun eşya boyutunda küçük; lakin mana dünyasında oldukça geniş bir öykü kitabı: “İns”.

Ağustos 1974 basımı ve ilk baskısı: Edebiyat Dergisi Yayınları’ndan. Saman sarısı, mütevazı, edebiyat ve zaman kokan bir kitap.

İns” adı gibi insanla başlıyor, yaratılanla. Hz. Âdem kıssasının yorumu desek yanılmayız sanıyorum. Doğadaki insanın yeri, erkeğin, kadının, çocuğun, yaşlının durumları… Sürekli göç hali… Hep yürüyüş… Çadır kurmalar, çoğalmalar, tabiata hâkim olma ve ataerkil bir toplumun “reis”i olan erkeğin kendiyle konuşmaları ve belki de ilk “vahiy”in gelmesi. Sonra yaratılışının bilincine varması: “Ey yeryüzü değişeceksin; ey insanlar, değişeceksiniz.”

İkinci öykü: Sizi Görmeliydim. Bir deneme, bir nevî anlatı ya da sayıklama gibi. Bilinçaltında var olan hislerin gün yüzüne çıkması, bir kadına dert yanma, kendini çocukluğundan itibaren anlatma/ma. Öykü yalnızlıkla harmanlanmış. Bu denli soyutluk da bundan ötürü olsa gerek. “Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontuldu.” derken Zarifoğlu bu öykünün yalnızlıktan mülhem doğduğunun ipucunu veriyor, biz okuyuculara.

Ardından Savunma geliyor. Kurgunun gücü hissediliyor. Yine yoğun monologlar göze çarpıyor. Melankolik bir kahraman ve evlilik üzerine yoğun bir akıl yürütme. Öykünün ismi gibi Zarifoğlu da kendi “savunma”sını mı yapıyor acaba evliliğe karşı bilinmez. Tüm bunlarla birlikte gerçeküstücülük devam ediyor bu öyküde de.

Kentin Ortasında Bir An’da gerçek bir an tuhaf bir üslupla anlatılmış. Bir Petersburg öyküsü gibi. Kurgu bulmak çok güç. Anlık düşler/düşünceler akışında ilerleyen bir vehim.

Suçlular’ı bulmaksa çok güç. Sanki bir tiyatro sahnesi ve her an konuşmaya/oyuna dâhil olacak kahramanlar. Sözleri kesik kesik. Umursamazlık içine işlemiş karakterlerin. Herkesin bir diyeceği var; fakat söyleyiş biçimleri o kadar farklı ki takip etmekte güçlük çekiliyor. Bir konu konmuş sahneye ve gündeliğin dışındaki tipler oynuyor bu oyunu bize.

Bitiş ise Zal Tepesine Doğru yapılıyor. Sad, Kaf, Nun, Cem, Mim ve Gayn öykünün kişileri. Bir tırmanış söz konusu “Sad”ın liderliğinde. Bir rüya görmüş olan “Sad” bu tepeye çıkmanın elzem olduğu fikriyle ardında beş yoldaşıyla yürümeye başlıyor. Her zorlu işe girişilirken düstur olarak kabul edilen burada da geçerli: dönmek isteyen şimdi dönsün…
Bu “imge kişiler” zihnimde isimlerle vücut bulsa da bunu kendime saklıyor, her okuyucunun kendi kahramanını yaratmasını daha uygun görüyorum.

Başta söylediğim gibi, kitap 116 sayfa olsa da söyledikleri çok daha fazla. Söyleyiş tarzıyla dönemin yeni öykü anlayışını bizlere gösteren önemli bir örnek. Özellikle Cahit Zarifoğlu’nun eşya manalandırışı açısından okuyucuları için gözden kaçmaması gereken bir kitap.   



Enver Gülşen'le Sinemanın Hakikati




Sinema eleştirmeni ve yazar olan Enver Gülşen çeşitli şirketlerin arge bölümlerinde elektronik ve bilgisayar teknolojileri alanlarında araştırma ve geliştirme çalışmaları yapıyor. 2006 yılından beri bir taraftan mühendislik çalışmalarına devam ederken, diğer taraftan çok yönlü okumalarının zorunlu bir çıktısı olarak uzun yıllardır yazdıklarını yayımlamaya başladı. Yeni Şafak, Taraf, Özgün Duruş gibi bazı gazetelerin yorum, kültür-sanat ve sinema sayfalarında, bazı dergilerde edebiyat, sanat ve düşünce yazıları yazıyor. Kendi değimiyle: “Hayatı ve varlığı bütünlüğüyle kavrama niyetine paralel olarak, çalışmalarımı ve araştırmalarımı, dinin, sanatın, edebiyatın, bilimin ve politikanın birbirleriyle kopamayacak kadar ilişkili olduğu gerçeği üzerine birer tefekkür çabası olarak değerlendirmekteyim.”
Bu minvalde bir medeniyet meselesi olarak gördüğü sinema üzerine yaptığı bir çalışma, Sinemanın Hakikati. Külliyat yayınları arasından okura sunulan kitap Yusuf Kaplan’ın sunuş yazısıyla okuyucuyu selamlıyor. Sinemanın mahiyetini -geçmişin ve günün kaygılarına perde arkasından bakarak- edebiyatı ve bittabi felsefeyi konuya dâhil ederek açıklamaya çalışmıştır yazar. Yedinci sanat olarak bakılan “sinemanın hakikati”ni tasavvuf penceresinden yorumlayıp okura bir tecessüs ve ilham veriyor.

-Kitabın yazın ve düşün dünyamızda nerede durduğunu okuyucunun daha iyi anlaması açısından öncelikle Külliyat Yayınları’nın mahiyeti ve gayesini sormak istiyorum. Hangi eksikliğin farkındalığını yaratacak Külliyat Yayınları?

Külliyat Yayınları hakkında çok fazla söz hakkım olduğunu düşünmüyorum. Ancak kendi açımdan “neden 
Külliyat Yayınları?” sorusuna cevap verebilirim. Külliyat Yayınları Yusuf Kaplan gibi çok yönlü bir yazar-düşünürün editörlüğünü yaptığı ve İnsan Yayınları’nın yan kuruluşu olan bir yayınevi olması hasebiyle zaten benim için değerliydi. Batı’da düşünce kanonu oluşturulması yönünde çalışmalar yapan yayınevleri vardır. Türkiye’de, Yusuf Kaplan’ın deyimiyle metamorfoz geçirmiş bir aydın kesimi hâkim konumda olduğu için, Batı’daki, Batı düşüncesinin mirasını anlama anlamında yapılan kanon oluşturma çabalarının bir benzeri, ülkemizde bizim gelenek ve mirasımız için oluşturulamadı. Yusuf Kaplan’ın en azından amacının böyle bir medeniyet birikimi kanonu oluşturmak olduğunu biliyorum. Sanırım bu konuda istek ve birikim açısından da en uygun kişilerden birisidir Yusuf Kaplan.
Geleneğe ve geleceğe bakışımız, gelenekle gelecek arasında köprüler kurmayı amaçlamamız açısından Külliyat Yayınları ve Yusuf Kaplan’la ortak bir zeminden hareket ediyoruz.

-Bir olgunun sanat olması nasıl açıklanabilir? Sinema (eğer) sanatsa bunun işareti nedir?

Sanıyorum sanat olanla olmayan arasındaki ayrımın bu kadar netleştirilmeye çalışılması modern düşüncenin yarattığı bir problem. Zira gelenek(sel) olanda bu kadar keskin ayrımlar yok. Bilgi ile güzellik; güzellik ile hakikat; hakikat ile imanın ayrıştırılmadığı zamanlarda her şey birbirinin içerisinde ve birbiriyle anlam kazanıyordu. Modern düşünce sanatı müzelere tıktığından ve onu “anlayacak” uzmanları fikir önderi diye bizlere sunduğundan beri, sanatla, sanat olmayan arasındaki ayrımlar netleştirildi. Uzmanlar da “otoriteler” olarak sanat olanla olmayan arasındaki farkları anlatabilecek yegâne insanlar olarak modern düşünce içindeki tüm uzmanlıklarda olduğu gibi kutsandılar.
Kısacası, bir olgunun sanat olması için gerekli “kriterleri” kimsenin tekelinde tuttuğunu sanmıyorum. Ancak sanatın, modern hayattaki rolü üzerine bir şeyler söylemek gerektiğini de düşünüyorum. “Yukarı” ile bağını koparmış, ya da o bağların sahih yollarla kurulma yöntemlerini unutmuş modern insan için sanat, “ezelden beri bilineni” hatırlamak anlamına geliyor. Vahyin bir yedeği gibi adeta… Ya da bir tecellisi… Bu anlamda bu hakikati hatırlatan her şey sanat olarak değer kazanabilir. Hz. Mevlânâ’nın “Bu aşağı dünyaya gönderildiğin andan beri / Bir merdiven hep oradaydı, hasretinden ötürü” beyitlerinde söylediğini, insanın hakikat arayışını temsil eden her türlü eylem için olduğu gibi sanat için de söyleyebiliriz. Sanat, yukarıya doğru bir merdiven atma çabasından başka bir şey değildir.

-Sinema kavramına baktığımızda karşımıza birçok alandan haberdar olma zorunluluğu çıkıyor. Bir düşünce meselesi olduğu için felsefe, insanla ve çevresiyle ilintisinden sosyoloji ve psikoloji, dille metinle vücut bulduğundan edebiyat ve geçmişten bugüne değerlendirildiğinde tarih mefhumlarının her biri sinemanın yapı taşları mıdır bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz ve bütün bunlardan ötürü sinema yaratıcısı ve tenkitçisi kendisini nasıl uyanık tutmalıdır? 

Doğrusu tüm bu alanlarla sinema arasında kurulacak ilişkinin çift yönlü bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Yani sinema, edebiyatla, filolojiyle, sanatın diğer dallarıyla, sosyoloji, psikoloji, felsefe ve her türlü insan eylemiyle elbette iç içedir. Ancak sanatlar yüzeydeki bilginin derininde ve yukarısındakini amaçladıkları için, o bilgi veya sanat dallarıyla ilişkisi açısından sinema, ümmiliğini korumak durumundadır. Bilgi, mutlaka tüm kaynakların aktığı akarsu içinde bir anlam kazanacaktır; ancak alınan o bilgi, o akarsuyun kendi ritmi, kıvamı ve akış biçimine zarar vermemelidir. Buradan sinema sinema içindir ya da sanat sanat içindir anlamı çıkmasın. Çok daha başka bir şey söylemeye çalışıyorum. Sinema da, tüm sanat dalları gibi ilham için bir ümmilik gerektirir. Hz. Mevlânâ’ya kitaplarını havuza attıran Hz. Şems’i düşünelim. Ya da “aşk imiş her ne var âlemde, ilm bir kıyl ü kaal imiş ancak” diyen Fuzuli’yi… Sanat içindeki yükseliş için de geçerlidir bütün bunlar. Bulunması gereken, belki de tüm bilgi yolarının üstüne çıkan bir ümmilik ile aşk hâlidir. Bilimler, sanatlar sadece bunun vasıtaları oldukları oranda kıymetlidir. Tüm yollar ancak o tek yola, yani yukarıya çıkan merdivene çıkıyorsa anlamlıdır. Ötesi zaten propaganda veya mesaj filmi olur ki, merdiven kurmak bir yana, kurulan tüm merdivenleri yıkan bir boyutu vardır bunun.
Sözünü ettiğiniz bilgi ve sanat alanları sinemanın yapı taşlarını oluşturmazlar; ama kaynaklarındandırlar. Ancak o kaynaklarla ilişkisini kuran sanatçı, “geçici” olanın “asıl bilgiyi” ikame etmesine asla izin vermemelidir. Suyun içinde eriyen tuz gibi olmalıdır o bilgiler, suyun kendisi değil… Sinema tenkitçisi için de benzer bir konum söz konusudur kanımca. Sinemayı tüm bu bilgi alanlarının “tercümanlığında” anlamaya çalışmak, sinemanın (ve genel olarak sanatın) ruhuna tecavüz etmekle eş anlamlıdır bence. Çok moda olan kimi sinema, edebiyat ve sanat kuramlarının eşliğindeki anlamlandırma çabaları, sözünü ettiğimiz merdiveni alaşağı etmekle kalmazlar, modern bilgi adacıklarının, hakikatin yerine geçtiği bir cehaleti de temsil ederler. O yüzden, bir sanat eleştirmeninin, sanatın ruhuna nüfuz etmeyi amaçlaması gerekir. Yoksa kimi dil oyunlarına veya kuramlara bağımlı kalan bir eleştirmen, sanatın bilimini yapıyordur ki, sanatın işlevine aykırı bir bakıştır bu. Yukarıyı aşağı, aşağıyı yukarı döndüren bir ters dönüştürme sürecidir burada söz konusu olan.   

-Romanlar ve sinema uyarlamaları… Film gibi romanlar oluyor da roman gibi filmler var mıdır? Filminden sonra senaryosu kitaplaşıp okura ulaşan hikâyeler mesela…

Roman ile film… Bana kalırsa insanın yukarıya tırmanmak için atmaya uğraştığı iki ayrı türden merdivendir. Amaçları yukarıya ulaştırmaksa hakiki sanat olurlar, değilse de simülasyon… Ancak ne olursa olsun bu iki ayrı tür merdivenin birbirlerine tercüme edilememe gibi bir özellikleri de vardır. Bir film senaryosu, bence bir filmin çok azını ifade eder. Günümüz filmlerinin birçoğunu senaryolar açıklayabilir belki; ama film sanatı, “dile gelmez” olanı dile getirebilmek gibi müthiş bir kapasiteye sahip olduğu için, senaryoda “dile getirilen” sadece atıklarıdır o filmin. Romanın kurduğu merdiven daha dolayımlı, “dil bağımlı” bir merdivendir. Film ise, dolayımsızlığın müthiş derinliğine ve zaman denen bir mucizeye açılabilme kapasitesine bağlı olarak hikâyeden de, senaryodan da, kelimelerden de bambaşka bir yöne açılabilme imkânına sahiptir. Dilden firar etme imkânına… Bu anlamda film sanatı “hâl” diline açılabilen bir sanattır.
Kendi şahsıma en iyi filmlerin bile senaryolarının bir edebiyat eseri gibi okunduğunda berbat olduğunu düşünüyorum. Ve en iyi romanların çok çok büyük çoğunluğunun, sinemaya uyarlandığında çok kötü filmler hâline dönüştüğünü…  

-İslâm fikrinin sinemayla tanışması, İslâmî felsefeyle Batı ritüelinin kaynaşmasındaki kıymıklar neydi? Süreç nasıl ilerledi ve/veya ilerliyor? Perdede ilk gördüğünüz hakikat neydi?

Bu çok kolay bir soru değil doğrusu. İslam fikri derken vahyin son ve en kâmil hâli ile o vahyi, pergelinin sabit noktası yaparak genişlemiş de genişlemiş bir medeniyet aurasından bahsediyorsak, İslam fikri sinemayla zaten ezelden beri tanışıktır. Zira sinema özü itibariyle, yukarıda sözünü ettiğimiz yukarı çıkma çabasına en uygun sanattır. Ve vahyin en kâmil formu ile kurulabilecek koşutluğun imkânlarını bünyesinde barındırır. Din, bir manevi deneyim talep eder. Tüm ritüeller o manevi deneyim içinde anlam kazanır, irfanını ancak o anlamlarla kuşanırlar. İşte sinema, benzer bir manevi deneyime açılma imkânı ile zaten otomatik olarak Doğulu sanatıdır. Ya da İslam sanatıdır. Nerde icat edildiği bu noktada çok önemli değildir. Zira sinema Batı düşüncesinin krizinde ortaya çıkmış ve o düşüncenin ulaşmayı beceremediği alanlara ulaşmak kapasitesini bünyesinde barındırması dolayısıyla önemsenmiş bir sanattır. Ancak sinema, o krizi yaratan düşüncenin kıta sahanlığına ait değildir. Adeta merkezkaç bir kuvvetle o kriz düşüncesinin itildiği bir alanı işaret eder. İşte o alanda Doğu hikmet gelenekleri ve bütün görkemiyle İslam medeniyeti yatar.
Batı düşüncesi derken hep Rönesans sonrası ayrışma, parçalanmanın ana akımını kast ettiğimizi söyleyebiliriz. Ancak sinema Batı’da özellikle bu parçalanmanın dışına taşmak isteyen, daha bütüncül bakmak isteyen yönetmenlerin genellikle tanrı ile girdikleri iman-imansızlık ilişkisi içinde büyük eserlerini verdi. Bergman, bu çatışmayı ana izleği yapmış birisi olarak o kriz içinde olsa da, o krizden kaçmak için büyük çaba sarf etmiş bir yönetmendi. İşte buralarda vahiy ve hikmetle sinemanın kıymıkları buluşur.
Sorduğunuz daha pratik ve sinema tarihin ilgilendiren bir cevapsa, zaten bunun ülkemiz sinema tarihinde de, İran ve diğer İslam ülkelerinde de birer geçmişi var. Ancak o geçmişin “olan”ı temsil ettiğini; ama “mümkün”ün henüz mümkün olmadığını da özellikle ifade etmem gerekiyor.
Sinema perdesinde ilk gördüğüm hakikat… Doğrusu bu kolay cevap verilebilecek bir soru değil. Ama Tarkovsky’nin filmlerini izlemeye başladığımda Hz. Mevlânâ’nın sözünü ettiği o merdiveni müthiş bir aşk ve acıyla yukarıya atmaya çalışan bir yönetmenle tanıştığımı söyleyebilirim. Sonrası onla ve onun öncülüğünde geldi zaten…

-Kişinin perdedeki hayali kendinden olanı görmektir. Ben’i arayan izleyici ve İslâm-sinema bağlamı… Yeterince dolu mu bardağımız?

Kişinin perdedeki hayali ebed ve ezelde olanı görmektir bence. İnsan her “ben” arayışında Hz. Yunus’un dediği gibi benin içindeki “Ben”i arar. İslam-sinema bağlamı Hz. Mevlânâ’nın söylediği gibi nefs basamaklarımızda “dokuz yüz kat yükselebileceğimizi” bilmekle ilgili.
Bardağımız bana kalırsa hiçbir medeniyet birikiminde olmadığı kadar dolu. Ama “o bardağı saklandığı yerden çıkaracak ve cesaretle kullanacak yetenek ve birikimde ve en önemlisi Allah’tan hediyelenmiş bir sanatçımız var mı?” sorusu daha anlamlı bana kalırsa. Bir Tarkovsky’miz olsaydı sanırım Müslüman sineması bambaşka bir yerde olurdu şu an. Ama gelmiyor mu? Bana kalırsa geliyor. Semih Kaplanoğlu’nu bu kadar hararetle alkışlama sebeplerimizden birisi de bu. Gerisi de gelecek bence…  

-Günümüzde medeniyet-sinema anlayışı var bana göre. Amerikan sineması, Avrupa filmleri, ya da İran sineması… Bu ikili dokuda Türkiye ve sineması nerede duruyor, bir medeniyet sorunu olarak görülebilir mi bu eksiklik?

Medeniyet sinema ilişkisi elbet her medeniyet içinde farklı yöntemlerle kuruluyor. Pop-corn Batı medeniyetini Hollywood temsil ederken, Amerikan bağımsız sineması bambaşka yönelimlerden ana akımın altındaki akıntıyı temsil ediyor. Rönesans’tan beri Batı düşünce ve sanatında ana büyük akım altında her zaman küçük ters akımlar olmuştur ve bana kalırsa asıl önemsenecek olanlar da onlardır.
Avrupa sineması diye bir şeyden söz edilebilir mi bilmiyorum ama Avrupa içinde özellikle “sanat sineması” olarak belki de yanlış şekilde tanımlanan büyük yönetmenlerin Hıristiyanlıkla ve Kitab-ı Mukaddes ile ilişkileri açıktır. Bergman’dan Bresson’a… Ama bu medeniyetle bir ilişki kuran tutarlı bir birlik oluşturabilmiş midir? İster Fransız Yeni Dalgası, ister İtalyan Yeni Gerçekçiliği diyelim, bir medeniyet aurasının olumlu ve olumsuz özelliklerini bünyesinde barındıran eserler ortaya koyanlar olduğu gibi, ana akım içinde yer alan ve çoğu kriz dönemi Batı düşüncesinin bir devamı niteliğinde olan eserler de ortaya çıkmıştır. İran sineması için de benzer şeyler söylenebilir. Batılı formlara yaslanan ve Batı’nın krizini kendi krizi gibi ele alan yapay eserler ortaya çıkabildiği gibi, gelenekle sahici bir ilişki kurmayı becerebilmiş eserler de ortaya konabilmiştir. Evrensel olmak, gelenekle kurulan bağın sahihliğine bağlı çünkü.
Türkiye sineması sorunu çok da farklı bir sorun değil kanımca. Batı’da yapılan ve çoğunlukla moda film biçim ve kuramlarına yaslanmış ve onların yeniden üretimi olan eserlerle birlikte yine ana akımın altında akan, cılız da olsa medeniyet ve gelenek ile ilişki kurmanın yöntemlerini arayanlar da olmuştur.   

-Milliyetçilik sinemanın neresinde bekliyor? Sinema taraf tutmak mıdır?

Söyleşinin ilk bölümlerinde belirttim gibi, “bilgi” ve “hakikat dışındaki tüm amaçlar” filmin içinde suyun içindeki tuz gibi olmalıdır. Tutulabilecek tek taraf vardır: Hakikatin tarafı. Ki gerçek sanatçıyla sahtesi buradan ayrılır zaten. Milliyetçilik dürtüsüyle yapılan bir eserin de sözünü ettiğim “sahte” sanata gireceğini düşünüyorum.  

-Ekoller her türlü düşünme sisteminin vazgeçilmezidir. Toplumları yönlendirense o toprakların aydınlarıdır. Öyleyse sinema, hakikati ile bir toplumu eğitebilir mi?

Tarkovsky’nin bir sözüyle cevap vereyim bu soruya: İnsanoğlu binlerce yıldır hiçbir şey öğrenemediğini yeterince kanıtlamıştır bence. Sinema eğitmek görevi görmez, görmemelidir de. Yine Tarkovsky’nin deyişiyle sonuçlandırayım: Bizi ölüme hazırlayabiliyor mu sinema, işte en büyük bilgelik buradadır.

-Görülecek en iyi film rüya mıdır sizce?

Sadık rüyalar evet…

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     


Eşekarısı




“1948 yılında kızına Şiir adını koyan edebiyat öğretmeni annem Adalet Erkök’ün anısına…” kitabın ithafı, yazarın hayatını özetlemeye yetecek bir cümle gibi. Annesi edebiyatın en anlamlı dalıyla isimlendirmiş kızını ve Yılmaz’ın hangi mesleği seçerse seçsin edebiyat dünyasıyla göbek bağını kesmesine izin vermemiş.
Şiir Erkök Yılmaz başarılı bir öykü yazarı. 1970lerde öyküleri yayımlamaya başlayan yazar döneminin farklı ve yenilikçi üslubunu ince ince işlemiş öykülerine. YKY’nin toplu olarak bastığı öyküleri Eşekarısı, yazarın edebiyat serüvenine şahitlik ediyor. Beş kitabı bir arada sunuyor yayınevi okura. Bu ‘toplu eser basımı’ bazen olumsuz eleştirilere maruz kalsa da, bir yazarı tanımada, ona istediği anda ulaşmada ve müellifin değişim ve/veya gelişimini görmede bulunmaz bir nimet oluyor.
Kadın yazarlara karşı her zaman tartışılmaz bir önyargı vardır bütün dünyada. Kadının eksikliklerinde, duygusallığından, gereksiz ayrıntılara takılmasından yakınılır. Bütün bu noksanlıklar Şiir Erkök Yılmaz’ın hamarat zihniyle tadından yenmez öykülere dönüşmüş. Kadını anlatan erkek veya erkeği anlatan kadın yazar birçok yerde sıkıntı yaşar; lâkin Yılmaz’da bu gibi aksamalar görünmüyor. Delikanlı öyküsündeki dolmuş şoförü tam da erkektir. Hiçbir efemine yanı yoktur. Bu mühim bir maharet. Zira yazarlar genellikle hemcinslerini anlatmaktan keyif duyar ve karşı cins uzak ve zor gelir.
Şiir Erkök Yılmaz öyküsü aynı zamanda sinematografik bakış açısıyla kaleme alınmış. Diyaloglar ve sahneler zihinde hareketleniyor. Bir Ölünün Ardından isimli öyküdeki ara sesler, arka fona yazılmış cümleler hem öykü tekniği açısından hem okur perspektifinden hiperaktif bir sürecin işlemesine vesile oluyor. Hep Aynı Çukurda, Oyun, El/1/2… gibi öyküler de yine Yılmaz’ın ‘kurgu’ ekseninde denediği yeni bir hikâye yazımı. Bir nevi sinema-öykü okuyoruz.  
İç konuşmalar ya da kendi kendine söylenmeler öykülerde başarıyla kullanılmış. Düşündüğümüzde her an kendi kendimizle konuşma halindeyizdir; fakat bunu yazıya dökmek pek de kolay değildir. Ses kaydımızı duyduğumuzda nasıl kulağımıza yabancı geliyorsa, kendimizle gerçekleştirdiğimiz söylenceler de kâğıda geçince başkasının çocuğuymuş izlenimi verir. Bu yadırgamayla baş edip öykü yazmak zor iş oysa gerek.
İroni ve alay yazarın akademik kafasıyla yerli yerinde yapılmış. Hiçbir abartı ve sahtelik yok. Yurdum insanını iyi gözlemiş Şiir Erkök Yılmaz. Halen üniversitede ders veren yazar, öykülerinde hocalık taslamıyor. Mahallemizden bir komşu gibi akşama kadar şahit olduğu olayları anlatıyor, büyük keyifle.
70li yıllarda öykü yazan Tomris Uyar, Rasim Özdenören, Bilge Karasu, Ferit Edgü gibi yazarlara göre Füruzan’ın öykü anlayışına daha yakın; anlaşılır, vehimlerden uzak, daha güneşli bir dili var.
Şiir Erkök Yılmaz’la daha tanışmamış okurlar için Eşekarısı (Toplu Öyküler) iyi bir fırsat. 

bilinçaltı




uzaktan bir karanlık yürüyor.. 
ayakları yok uçuyor sanki.. 
sesler öyle böyle bir ritimde.. 
renkler yok.. 
iki kadın ince ince konuşuyorlar.. 
deli gibi anlamsız bakıyor gözleri.. 
üstüme geliyorlar.. 
arkadan bir çığlık.. 
bir hastanedeyim.. 
uzun koridorlu.. 
çok kapılı..
kapılar açılıyor içleri harf dolu.. 
evet evet söylediğim gibi.. 
çok fazla kapı açılıyor.. 
ardına kadar.. 
ardı görünmüyor fakat.. 
bir araf yaşadığım.. 
iki gözlülerden çok yok.. 
gözler çok.. 
anlatıyorum, sayıklıyorum, ama şekiller yuvarlak.. 
keskin hiçbir hat yok çevremde.. 
çevrem dediğim bir metrekare yok..
-gördüğüm kadar varım, 
söylediğim kadar doluyum, 
yazamadığım kadar yalnızım,
diyor kapının biri.. 
kapıdır aslında ozan.. 
ozan açıldığı kadar görür eşyayı.. 
kapandığında dilinde kilit.. 
ses geçirmez, renk görmez,
insanın bildiğini saklar kapılar.. 
kapılardır en büyük şair.. 
şair ayakta durdukça odalara ayrılır dünyalar.. 

(Edebiyat Ortamı sayı: 24)

'Kargaşa'ya lüzum yok!



İBB Şehir Tiyatroları'nın 2011-2012 Tiyatro sezonunda sahnelemeye başladığı yeni, yabancı oyunlarından biri olan Kargaşa yönetmenliğini oyunun yazarı da olan Abdul Mounem Amayri'nin yaptığı bir oyun. Ezgi Sümer Yolcu'nun katkılarıyla Türkçeye uyarlanmış.
Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu, daha önce Yankı adlı oyunuyla ödüller alan ve en son 2005 yılında Kargaşa'yla Kahire Festivali'nde en iyi yönetmen ve oyun ödülüne layık görülen yönetmenin bu başarısından ve yaşanan Arap Bahar'ından etkilenmiş olacak ki bu yıl programına dâhil etmiş Kargaşa'yı.
Basının yoğun ilgisi vardı sezonun yeni oyununa. Bazı hanımefendiler bu ilginin sebebini birbirlerine sorarken imdada "+16'ya oyun ondadır" cevabı yetişti.
Arap Baharı, Suriyeli bir yönetmen, aldığı ödüller, kadına şiddet ve +16 ilginin ve oyunun sahnelenmesine karar verilişinde etkin olduğu mutlak. Kargaşa bir erkeğin yazdığı kadın hikâyesi. Zor bir mesele karşı cinsi yazmak ve anlatmaya çalışmak. Bir de işin içine bilinçaltı ve geri dönüşler eklenince zor bir metin oluyor. Oyunda kullanılan mistik dil ise Doğu'nun geleneğinin altını çiziyor.
Oyunun aldığı ödülleri hak ettiğini söylemek güç. Uyarlama bir metnin başarısı hep sallantıdadır. Önemli bir kültüre sahip Suriye'den gelen bir oyunun anlatım dilini anlamamız o kadar da kolay değildir. Oyunun Arapçadan mı yoksa İngilizceden mi dilimize çevrildiği de bilinmiyor. Oyuncuların role bürünürken hangi örnek üzerinden yola çıktıkları da ayrı bir konu. Kargaşa, kendi dilinde çok iyi bir oyun olabilir; fakat Türkçesiyle ve Türk oyuncularıyla başarılı olduğu söylenemez.
Kırılmalar, kayıplar, rüyalar, çocukluğa duyulan özlem, aşk, sevgi ve seven bir kadından geriye kalanların 6 kadının dramı üzerinden anlatıldığı yazıyor oyunun tanıtım metninde. Ece Özdikici, Ezgi Sümer Yolcu, İrem Arslan Aydın, Nergis Orakçı ve Zeynep Özyağcılar'ın rol aldığı oyunda, oyuncuların metni ve rolü iyi anladıkları hissedilmiyor. Nergis Çorakçı'dan başlayacak olursak; abartılı bir oyunculuk sergiliyor. Çocuğa anlatır gibi birçok bölümün altını çizmeye çalıştı oysa on altı yaşından küçükler zaten salona alınmıyordu. Titremeleri ve kendinden geçmeleri çok amatörceydi. Özellikle bu nevi önemli bir oyuncunun başarısızlığını metni anlamayla ilişkilendirmekten başka çare yok. Hem oyuncu olarak hem çevirmen olarak oyuna katkı yapan (!) ikinci oyuncu Ezgi Sümer Yolcu'nun, konuşurken sürekli kafasını sallaması, vurgu yaparken yanlış kelimeleri seçmesi, ağlarken sadece ses çıkarması, mimiklerini kontrol edememesi göze batan birkaç hatası. İrem Arslan Aydın ve Zeynep Özyağcılar diğer üç oyuncuya göre daha iyiydiler. Özyağcılar'ın dansları ve koreografileri de göz dolduruyodu.
Yönetmene ve dolayısıyla yazara suç bulmak yanlış olur. Çünkü ciddi manada göndermeleri olan ve bir 'şey'ler anlatan metin yanlış ellerde şekillenmiş ve oyuncu tercihinde başarısız seçimler yapılmış. Belki bundan sonraki sahnelenişlerde daha yerli yerine oturur oyun, bu bilinmez; ama bunca Kargaşa'yı gerektirecek bir oyun izleyemedik desek yanılmayız. Daha gerçekçi ve kadını anlatan, şiddetin izlerini ruhunda ve sesinde, herhangi bir mimiğinde taşıyabilen 6 kadın görülseydi daha etkileyici olurdu. Doğu'nun büyülü 'abartı'sını başarılı bir şekilde sahneye koyabilselerdi ve oyunu Türkçe olarak abartmasalardı, metin seyirciye daha iyi geçerdi. 
Son söz: Herhangi bir şeyi anlamadan anlatamazsınız.


6 Ocak 2012 Cuma

'Ekmek ve Zeytin'in garibanlığı

"Ekmek ele avuca sığdı,
zeytin dünya gibi,
kendinden çekirdeği..."
Ben O.
Alıp götürür bir yol insanı bilmediği kasabalara ve insanı gösterir o yol eğer yolcu olmak maharetini gösterebiliyorsan. Acıklı veya komik bir hikâye sahibi olabilirsin; ama bunu sen söylemezsin, gören anlar, anlatan dillendirir seni, sen o zaman sen olmaktan çıkar bir kahraman olursun. 'Bişnev ez ney çün hikâyet mîkuned'den mülhemdir dinlemek ve hikâye etmek. Her zaman bir dinleyici bir de anlatıcı vardır bu dünyada ve rolü seçmek kişiye bağlıdır. Biri kolay, öteki zor değildir. Zor olan bu yol ayrımının başında olmaktır.
"Bize ekmeği ve zeytini öğreten anneme" diyerek belki de üç kutsala, hayatın olmazsa olmazına ithaf ediyor Ahmet Büke Ekmek ve Zeytin adlı öykü kitabını. Anne, azık, katık... Her insanın belli değerlere sahip olması elzemdir. Ahmet Büke yolunu, anlatan, olarak seçmiş ve kıymet verdiklerini öyküye katmış.
Kitabın ismini duyar duymaz aklıma gelen 'garibanlık' oldu. Yoksulluk ve insanımız... Açlık ve kabullenişlik... Umutsuzluk ve umut... Birçoğunu okurken gördüm. Gör/e/mediğim şeyler de vardır şüphesiz; lakin Ahmet Büke kumrunun gördüğü ekmek ve zeytinden insanın fark etmediklerine dikkati çekiyor bu defa. Öyküler dünü ve bugünü harmanlıyor. Geçmişin acısını katlanılmaz kılan, unutmaya çalışmaktır. Unutulan bir şey yoktur oysa insan görmezden, duymazdan, anlamazdan gelir sadece. Büke bırakamıyor kalemi olanların karşısında. Olana oldu demek ne kadar basit bir işmiş gibi görünse de herkese nasip olmuyor bu yiğitlik.

Sözlü hikâye geleneği çok oldu biteli. Artık modern bir cağda (!) yaşıyoruz ve bu hayatın getirdikleri ve/veya dayattıkları var. Mesafeler, ömürler kısalıyor ve vakitler sıkışıp daralıyor; bundan edebiyat da nasibini alıyor. Hikâyeler de modernleşti ve formatı değişti. Öykü oldu. Kısaldı. Artık anlatanın cümleleri de kısaldı; ama azalmadı. Hikâye birçok dönemde romana daha yakın sayıldı. Romanın kısa şekli olarak tanımlandı. Zaman gösterdi ki hikâye öykü oldu ve şiire yakınlığı artık yadırganamaz bir hal aldı. Sözünü ettiğimiz şiir nevinden öyküler demeti çıkıyor Büke'nin kaleminden. Şiiri kokluyoruz satırlarda. Ekmek ve Zeytin'i okurken anlıyoruz öyküyü, tanıyoruz rengini bize çok uzak olmayan coğrafyanın.
"insanı insana kilitlemek en iyi yol" diyor Ahmet Büke, Ali İbrahim, Yusuf, Mustafa ve Âdem'i birbirine kelepçeleyen askeri görünce. "İbrahim Yusuf'a, Mustafa Âdem'e rapt edildi. Ali için uzun bir zincir arabanın tavanından sarkıyordu. Onun ucuna bağlandı iki bileği." Heyhat ne büyük bir trajedi bu dinlediğimiz! Mustafa Âdem'e bağlı... İbrahim Yusuf'a... İnsanın bağlılığı ve bağlanması... Birinin ötekine muhtaçlığı...
Ahmet Büke derin cümleler söylüyor bize sırtları yüksek dağlara dayalı. "Kimin topuğu soyulsa evinde kalır." "İnanmak ölümü bile yavaşlatıyor." "Vapurlar hüzünlü olmaz. İçindekiler hüzünlü olur. (...) Vapurlar kirlenmez. Hayat kenarlarından eskir." "Mavi inatçıdır, aynı bahar gibi. İkisi de dövüşerek gelir ve gider..." Sözün gücü böyle bir şey olmalı. Arkasında koca anlam. Altında değil. Arkasında. Altta olan tekin değildir, görülmek istenmez. Arkada olan güç verir, görünendir, kirli değildir.

Büke öykülerinde hikâyenin bir ritmini daha değiştiriyor. Tasvirlerle başlamıyor sözleri. Anlatıyor ve duruyor. Gerektiği yerde tasvire başlıyor. "YAĞMUR: Islak değil ki. Kuru nar gibi. Yere düşünce acıyor sanki parmakları. Sonra kalkıp havaya bakıyor. Neden buradayım ben, diyor. Yağmur, pişman bizim bahçeye vardığında."
Öykülerin hepsinde tanıdık yüzler var. Ama bunlar köşede unuttuğumuz insanlar. Hayatta kıymet vermediğimiz 'tip'leri hatırlatıyor yazar. Yazar yazmakla kalmıyor, hüküm de veriyor. "Tarihi bakkallar yazar. Bu kesin. Siyasete bulaşmamış terzi yoktur ama son sözü hep bakkallar söyler."
Ahmet Büke bir dert sahibi. Şimdilerde birçok yazan (!) gibi günün tatsız, tuzsuz, anlamsız söz numaralarına prim vermiyor ve gördüğünü, hissettiğini anlatıyor. Aç bir adamın bayıldığı anı, nenesinin dizindeki bir torunu, işine son verilen çalışanların cigara tüttürüşünü ve bunun gibi hayata dâhil birçok şeyi Ekmek ve Zeytin başlığı altında topluyor yazar. Ve bir 'dua'sı var hastası ve kulu olduğu Allah'a Zahit'in: "Benden aldığın aklı geri istemiyorum." Ve büyük dramlar: "Hem ne vardı sıkacak ağzına? Kafatasını kum torbalarının üzerinden topladım. İki gündür kimseye söyleyemiyorum. Telsiz çalışıyor hâlbuki. Metin, cebinden annenin mektubunu çıkardım. Yüzünü onunla örttüm kusura bakma. Gözlerin hiç kapanmadı."
Ahmet Büke'yi tanıtmaya, nerede doğdu, nerede okudu, neler yaptı... gibi bilgileri sunmaya bilmiyorum gerek var mı? Aldığı ödüllere değinmeye, kaç kitabının yayınlandığına dikkati çekmeye de lüzum yok. Bir yazarı tanımak, yazdıklarını okumakla mümkün olabilir ancak, biyografik alıntılarla değil...

(Yeni Şafak Kitap, sayı: 60/Aralık)

ORADA




Hiç gidemeyeceğin bir yer,
Yani bir Paris düşün
Sinema salonunda Fransız filmi
17 numaralı salon 89uncu koltuk
Ter kokusu, insanı hatırlatan.

O zamanlar yeni doğmuş Notre Dame
İlkin sırtlarım sanmış dünyayı
Olmaz Dame olmaz!
İnsan inadı işte
Hani alırsın yeni bir kitabı
Açılmaz ilk sayfası nazından
Öyle bir inat, tatlı bir inat.

Yeni doğacak o sıralar Notre Dame
Ve Paris’te parfüm revaçta
Lümpenler arasında
Ter kokuyor insan, ter!

(Edbiyat Ortamı, sayı: 12)

Oscar goes to The Artist, but…





Michel Hazanavicius yönetmen koltuğunda. Aktör Jean Dujardin aktris Berenice Bejo. Yıl 1927. Görüntü siyah beyaz. Sessiz bir film... Daha doğrusu sözsüz...
Sinemanın meşhur sesiz filmlerinden mülhem ‘The Artist’. Yönetmenin nostalji kokan filmi, sesli sinemaya geçişte her şeyini kaybedecek bir aktörün gururunu ve sözsüz film yapmanın psikolojisini anlatıyor. George Valentin’in (Jean Dujardin) ‘debelenip durmasını’nın -filmde Peppy öyle diyor- artık seyirciler için bir anlam ifade etmediğinin ve sinemanın yeni yüzlere ve ‘ses’lere ihtiyacının olduğu gerçeği karşısında kendi parasıyla çekeceği film bütün varlığını harcamasıyla mümkün olacaktır. Tek umudu filmin yapacağı gişedir ve Valentin hüsrana uğrar.
Dramın her türlü öğesi filmde bulunuyor. Aşk, ihtiras, göz yaşı, intikam, hırs ve sairi…
Peppy Miller’ın filmiyle aynı gün giren sessiz film sedasız bir ilgiyle karşılanır ve George Valentin, ismi kaybolmaya başlar.
Film bu dönemde önemli bir iş yapıyor ve 100 dakika boyunca seyirciyi ayakta tutabiliyor. Şimdinin sabırsız izleyicisinin bu kadar uzun süre ilgisini uyanık tutmak önemli bir maharet. Bütün bunlara rağmen çok iyi bir film diyemiyoruz. Hikâye çok basit. Görüntü zaten malum… Ve fakat Jean Dujardin’in yüksek performansıyla ‘en iyi erkek oyuncu’ ödülüne çok yakın olması muhtemel. Özellikle dans sahneleriyle…
Orijinal bir fikir; lakin öykünün sıradanlığı tat vermiyor. Her zaman olduğu gibi sinema sektöründeki iyi senaryo eksiği sürüyor.
The Artist, Cannes, Chicago, San Sebastian gibi uluslararası film festivallerini kazanan bir yapım olsa da ve hatta Oscar goes to… olsa da sinema salonunda keyifle izlenecek bir film; ama kült bir yapım olmaktan çok uzak.

Not: Filmde George Valentin’in köpeği jüri özel ödülü almalı bence.

4 Ocak 2012 Çarşamba

YOLLUK

                                                     


Uzun bir yola çıkınız... Çok uzun bir yol.... Yol arkadaşınız olsun bir de yolluğunuz. Sigara, müzik ve yol hikâyeleri...

Kediler Güzel Uyanır sadece iyi bir başlık

Yekta Kopan'ın yeni 'öykü' kitabı Kediler Güzel Uyanır (Can Yay. 124 s.) sosyal ve yazılı medyada yoğun ilgiyle karşılanıp takdir gördü. Bunca ihtimam kitabı okumaya yöneltti beni. Seslendirme yaptığı filmleri, sunduğu kültür/sanat programlarını severek takip ediyordum. Kaygım kitabı okuduktan sonra iyi şeyler söyleyemeyecek olmamla ilgiliydi. Daha önce yayımlanmış bir kitabını okumamıştım. Sıra gelmemişti ya da. Hasılı kitabı aldım ve iki metrobüs yolculuğunda -evet bizler halen toplu taşıma araçlarını kullanıyoruz- bitirdim. Son sayfayı çevirip kapağı kapattığımda zihnimi yokladım ve bir iki öykü dışında hepsi uçup gitmişti. Bekledim iki gün 'sıcağıyla hissetmemişimdir' diye düşündüm. İki hafta olacak...
Yekta Kopan sayıklamış, mırıldanmış Kediler Güzel Uyanır kitabında, desem yanlış olmaz sanıyorum. Anlık düşünceler, rüyaların saydamlığı var yazdıklarında. Bundan ötürüdür ki 'öykü' nevinden bir 'şey'ler yazmış. Yekta Kopan'ın kitabıyla beraber Ahmet Büke'nin Ekmek ve Zeytin'ini ve Behçet Çelik'in Diken Ucu'nu da almıştım. Büke'yi Kopan'dan önce Çelik'i sonra okumuştum. Bilerek ve isteyerek yapmadığım bu sıralama analiz açısından daha iyi olmuştu. Yekta Kopan'ın öykücülüğü hakkında genel bir tanım yapamam; fakat Kediler Güzel Uyanır türüne az rastlanır, çok kere dönüp keyifle yeniden okunur, her bir öykü insana ve/veya doğaya dair bir şeyler söyleyen bir kitap diyemiyorum. Abartılı övgüler yağdıranları da anlayamıyorum. Bunların yanında 'Salyangoz' başlıklı 'minimal' ya da 'küçürek' öykü oldukça başarılı. Bir şey söylüyor. Anlatılan bir 'şey' var. Soluk bir renkte değil, keskin çizgilere sahip. 'Pazar Günü' ise oldukça başarılı bir öykü. "...gözlerimi cebimden çıkarıp yere atıyorum. Bakmak istediğim ayaklarımın nerede olduğunu göremediğimden gözlerimi eziyorum." (s. 43) Bir çocuğun harika dramını es geçmek mümkün değil. Kopan'ın öyküye ve anlatıma aşinalığı ve kabiliyeti inkâr edilemez bir gerçek; lakin Kediler Güzel Uyanır'da -başlığın oldukça ilgi çekici ve yaratıcı olmasına rağmen- bu yetenek ışıltısı nadir görülüyor. Bu anlamda 'Ünlem ve Mat' da başarılı bir öykü. 'Matruşka' ve diğer birçok öykü de ise kurmanın soğukluğu görülüyor. Evet görsel her şey artık revaçta; ama yazı alanın imkânları o kadar geniş ki böyle 'numaralar'a gerek yok gibi. Bu özgün bir üslup değil. Velhasıl Kediler Güzel Uyanır sadece iyi bir kitap adı olarak aklımda kaldı.