Sinema eleştirmeni ve yazar olan
Enver Gülşen çeşitli şirketlerin arge bölümlerinde elektronik ve bilgisayar
teknolojileri alanlarında araştırma ve geliştirme çalışmaları yapıyor. 2006
yılından beri bir taraftan mühendislik çalışmalarına devam ederken, diğer
taraftan çok yönlü okumalarının zorunlu bir çıktısı olarak uzun yıllardır
yazdıklarını yayımlamaya başladı. Yeni Şafak, Taraf, Özgün Duruş gibi bazı
gazetelerin yorum, kültür-sanat ve sinema sayfalarında, bazı dergilerde
edebiyat, sanat ve düşünce yazıları yazıyor. Kendi değimiyle: “Hayatı ve varlığı bütünlüğüyle kavrama niyetine
paralel olarak, çalışmalarımı ve araştırmalarımı, dinin, sanatın, edebiyatın,
bilimin ve politikanın birbirleriyle kopamayacak kadar ilişkili olduğu gerçeği
üzerine birer tefekkür çabası olarak değerlendirmekteyim.”
Bu minvalde bir medeniyet
meselesi olarak gördüğü sinema üzerine yaptığı bir çalışma, Sinemanın
Hakikati. Külliyat yayınları arasından okura sunulan kitap Yusuf Kaplan’ın
sunuş yazısıyla okuyucuyu selamlıyor. Sinemanın mahiyetini -geçmişin ve günün
kaygılarına perde arkasından bakarak- edebiyatı ve bittabi felsefeyi konuya
dâhil ederek açıklamaya çalışmıştır yazar. Yedinci sanat olarak bakılan
“sinemanın hakikati”ni tasavvuf penceresinden yorumlayıp okura bir tecessüs ve
ilham veriyor.
-Kitabın yazın ve düşün dünyamızda nerede durduğunu okuyucunun daha iyi
anlaması açısından öncelikle Külliyat Yayınları’nın mahiyeti ve gayesini sormak
istiyorum. Hangi eksikliğin farkındalığını yaratacak Külliyat Yayınları?
Külliyat Yayınları hakkında çok fazla söz hakkım olduğunu
düşünmüyorum. Ancak kendi açımdan “neden
Külliyat Yayınları?” sorusuna cevap
verebilirim. Külliyat Yayınları Yusuf Kaplan gibi çok yönlü bir yazar-düşünürün
editörlüğünü yaptığı ve İnsan Yayınları’nın yan kuruluşu olan bir yayınevi
olması hasebiyle zaten benim için değerliydi. Batı’da düşünce kanonu
oluşturulması yönünde çalışmalar yapan yayınevleri vardır. Türkiye’de, Yusuf
Kaplan’ın deyimiyle metamorfoz geçirmiş bir aydın kesimi hâkim konumda olduğu
için, Batı’daki, Batı düşüncesinin mirasını anlama anlamında yapılan kanon
oluşturma çabalarının bir benzeri, ülkemizde bizim gelenek ve mirasımız için
oluşturulamadı. Yusuf Kaplan’ın en azından amacının böyle bir medeniyet
birikimi kanonu oluşturmak olduğunu biliyorum. Sanırım bu konuda istek ve
birikim açısından da en uygun kişilerden birisidir Yusuf Kaplan.
Geleneğe ve geleceğe bakışımız, gelenekle gelecek arasında
köprüler kurmayı amaçlamamız açısından Külliyat Yayınları ve Yusuf Kaplan’la
ortak bir zeminden hareket ediyoruz.
-Bir olgunun sanat olması nasıl açıklanabilir? Sinema (eğer) sanatsa
bunun işareti nedir?
Sanıyorum sanat olanla olmayan arasındaki ayrımın bu kadar
netleştirilmeye çalışılması modern düşüncenin yarattığı bir problem. Zira
gelenek(sel) olanda bu kadar keskin ayrımlar yok. Bilgi ile güzellik; güzellik
ile hakikat; hakikat ile imanın ayrıştırılmadığı zamanlarda her şey birbirinin
içerisinde ve birbiriyle anlam kazanıyordu. Modern düşünce sanatı müzelere
tıktığından ve onu “anlayacak” uzmanları fikir önderi diye bizlere sunduğundan
beri, sanatla, sanat olmayan arasındaki ayrımlar netleştirildi. Uzmanlar da
“otoriteler” olarak sanat olanla olmayan arasındaki farkları anlatabilecek
yegâne insanlar olarak modern düşünce içindeki tüm uzmanlıklarda olduğu gibi
kutsandılar.
Kısacası, bir olgunun sanat olması için gerekli “kriterleri”
kimsenin tekelinde tuttuğunu sanmıyorum. Ancak sanatın, modern hayattaki rolü
üzerine bir şeyler söylemek gerektiğini de düşünüyorum. “Yukarı” ile bağını
koparmış, ya da o bağların sahih yollarla kurulma yöntemlerini unutmuş modern
insan için sanat, “ezelden beri bilineni” hatırlamak anlamına geliyor. Vahyin
bir yedeği gibi adeta… Ya da bir tecellisi… Bu anlamda bu hakikati hatırlatan
her şey sanat olarak değer kazanabilir. Hz. Mevlânâ’nın “Bu aşağı dünyaya gönderildiğin andan beri / Bir merdiven hep oradaydı,
hasretinden ötürü” beyitlerinde söylediğini, insanın hakikat arayışını
temsil eden her türlü eylem için olduğu gibi sanat için de söyleyebiliriz. Sanat,
yukarıya doğru bir merdiven atma çabasından başka bir şey değildir.
-Sinema kavramına baktığımızda karşımıza birçok alandan haberdar olma
zorunluluğu çıkıyor. Bir düşünce meselesi olduğu için felsefe, insanla ve
çevresiyle ilintisinden sosyoloji ve psikoloji, dille metinle vücut bulduğundan
edebiyat ve geçmişten bugüne değerlendirildiğinde tarih mefhumlarının her biri
sinemanın yapı taşları mıdır bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz ve bütün
bunlardan ötürü sinema yaratıcısı ve tenkitçisi kendisini nasıl uyanık
tutmalıdır?
Doğrusu tüm bu alanlarla sinema arasında kurulacak ilişkinin
çift yönlü bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Yani sinema, edebiyatla,
filolojiyle, sanatın diğer dallarıyla, sosyoloji, psikoloji, felsefe ve her
türlü insan eylemiyle elbette iç içedir. Ancak sanatlar yüzeydeki bilginin
derininde ve yukarısındakini amaçladıkları için, o bilgi veya sanat dallarıyla
ilişkisi açısından sinema, ümmiliğini korumak durumundadır. Bilgi, mutlaka tüm
kaynakların aktığı akarsu içinde bir anlam kazanacaktır; ancak alınan o bilgi, o
akarsuyun kendi ritmi, kıvamı ve akış biçimine zarar vermemelidir. Buradan
sinema sinema içindir ya da sanat sanat içindir anlamı çıkmasın. Çok daha başka
bir şey söylemeye çalışıyorum. Sinema da, tüm sanat dalları gibi ilham için bir
ümmilik gerektirir. Hz. Mevlânâ’ya kitaplarını havuza attıran Hz. Şems’i
düşünelim. Ya da “aşk imiş her ne var âlemde, ilm bir kıyl ü kaal imiş ancak”
diyen Fuzuli’yi… Sanat içindeki yükseliş için de geçerlidir bütün bunlar.
Bulunması gereken, belki de tüm bilgi yolarının üstüne çıkan bir ümmilik ile
aşk hâlidir. Bilimler, sanatlar sadece bunun vasıtaları oldukları oranda
kıymetlidir. Tüm yollar ancak o tek yola, yani yukarıya çıkan merdivene
çıkıyorsa anlamlıdır. Ötesi zaten propaganda veya mesaj filmi olur ki, merdiven
kurmak bir yana, kurulan tüm merdivenleri yıkan bir boyutu vardır bunun.
Sözünü ettiğiniz bilgi ve sanat alanları sinemanın yapı
taşlarını oluşturmazlar; ama kaynaklarındandırlar. Ancak o kaynaklarla
ilişkisini kuran sanatçı, “geçici” olanın “asıl bilgiyi” ikame etmesine asla
izin vermemelidir. Suyun içinde eriyen tuz gibi olmalıdır o bilgiler, suyun
kendisi değil… Sinema tenkitçisi için de benzer bir konum söz konusudur
kanımca. Sinemayı tüm bu bilgi alanlarının “tercümanlığında” anlamaya çalışmak,
sinemanın (ve genel olarak sanatın) ruhuna tecavüz etmekle eş anlamlıdır bence.
Çok moda olan kimi sinema, edebiyat ve sanat kuramlarının eşliğindeki
anlamlandırma çabaları, sözünü ettiğimiz merdiveni alaşağı etmekle kalmazlar,
modern bilgi adacıklarının, hakikatin yerine geçtiği bir cehaleti de temsil
ederler. O yüzden, bir sanat eleştirmeninin, sanatın ruhuna nüfuz etmeyi
amaçlaması gerekir. Yoksa kimi dil oyunlarına veya kuramlara bağımlı kalan bir
eleştirmen, sanatın bilimini yapıyordur ki, sanatın işlevine aykırı bir
bakıştır bu. Yukarıyı aşağı, aşağıyı yukarı döndüren bir ters dönüştürme
sürecidir burada söz konusu olan.
-Romanlar ve sinema uyarlamaları… Film gibi romanlar oluyor da roman
gibi filmler var mıdır? Filminden sonra senaryosu kitaplaşıp okura ulaşan
hikâyeler mesela…
Roman ile film… Bana kalırsa insanın yukarıya tırmanmak için
atmaya uğraştığı iki ayrı türden merdivendir. Amaçları yukarıya ulaştırmaksa
hakiki sanat olurlar, değilse de simülasyon… Ancak ne olursa olsun bu iki ayrı
tür merdivenin birbirlerine tercüme edilememe gibi bir özellikleri de vardır.
Bir film senaryosu, bence bir filmin çok azını ifade eder. Günümüz filmlerinin
birçoğunu senaryolar açıklayabilir belki; ama film sanatı, “dile gelmez” olanı
dile getirebilmek gibi müthiş bir kapasiteye sahip olduğu için, senaryoda “dile
getirilen” sadece atıklarıdır o filmin. Romanın kurduğu merdiven daha
dolayımlı, “dil bağımlı” bir merdivendir. Film ise, dolayımsızlığın müthiş
derinliğine ve zaman denen bir mucizeye açılabilme kapasitesine bağlı olarak
hikâyeden de, senaryodan da, kelimelerden de bambaşka bir yöne açılabilme
imkânına sahiptir. Dilden firar etme imkânına… Bu anlamda film sanatı “hâl”
diline açılabilen bir sanattır.
Kendi şahsıma en iyi filmlerin bile senaryolarının bir
edebiyat eseri gibi okunduğunda berbat olduğunu düşünüyorum. Ve en iyi
romanların çok çok büyük çoğunluğunun, sinemaya uyarlandığında çok kötü filmler
hâline dönüştüğünü…
-İslâm fikrinin sinemayla tanışması, İslâmî felsefeyle Batı ritüelinin
kaynaşmasındaki kıymıklar neydi? Süreç nasıl ilerledi ve/veya ilerliyor? Perdede
ilk gördüğünüz hakikat neydi?
Bu çok kolay bir soru değil doğrusu. İslam fikri derken
vahyin son ve en kâmil hâli ile o vahyi, pergelinin sabit noktası yaparak
genişlemiş de genişlemiş bir medeniyet aurasından bahsediyorsak, İslam fikri
sinemayla zaten ezelden beri tanışıktır. Zira sinema özü itibariyle, yukarıda
sözünü ettiğimiz yukarı çıkma çabasına en uygun sanattır. Ve vahyin en kâmil
formu ile kurulabilecek koşutluğun imkânlarını bünyesinde barındırır. Din, bir
manevi deneyim talep eder. Tüm ritüeller o manevi deneyim içinde anlam kazanır,
irfanını ancak o anlamlarla kuşanırlar. İşte sinema, benzer bir manevi deneyime
açılma imkânı ile zaten otomatik olarak Doğulu sanatıdır. Ya da İslam
sanatıdır. Nerde icat edildiği bu noktada çok önemli değildir. Zira sinema Batı
düşüncesinin krizinde ortaya çıkmış ve o düşüncenin ulaşmayı beceremediği
alanlara ulaşmak kapasitesini bünyesinde barındırması dolayısıyla önemsenmiş
bir sanattır. Ancak sinema, o krizi yaratan düşüncenin kıta sahanlığına ait
değildir. Adeta merkezkaç bir kuvvetle o kriz düşüncesinin itildiği bir alanı
işaret eder. İşte o alanda Doğu hikmet gelenekleri ve bütün görkemiyle İslam
medeniyeti yatar.
Batı düşüncesi derken hep Rönesans sonrası ayrışma,
parçalanmanın ana akımını kast ettiğimizi söyleyebiliriz. Ancak sinema Batı’da
özellikle bu parçalanmanın dışına taşmak isteyen, daha bütüncül bakmak isteyen
yönetmenlerin genellikle tanrı ile girdikleri iman-imansızlık ilişkisi içinde
büyük eserlerini verdi. Bergman, bu çatışmayı ana izleği yapmış birisi olarak o
kriz içinde olsa da, o krizden kaçmak için büyük çaba sarf etmiş bir
yönetmendi. İşte buralarda vahiy ve hikmetle sinemanın kıymıkları buluşur.
Sorduğunuz daha pratik ve sinema tarihin ilgilendiren bir
cevapsa, zaten bunun ülkemiz sinema tarihinde de, İran ve diğer İslam
ülkelerinde de birer geçmişi var. Ancak o geçmişin “olan”ı temsil ettiğini; ama
“mümkün”ün henüz mümkün olmadığını da özellikle ifade etmem gerekiyor.
Sinema perdesinde ilk gördüğüm hakikat… Doğrusu bu kolay
cevap verilebilecek bir soru değil. Ama Tarkovsky’nin filmlerini izlemeye
başladığımda Hz. Mevlânâ’nın sözünü ettiği o merdiveni müthiş bir aşk ve acıyla
yukarıya atmaya çalışan bir yönetmenle tanıştığımı söyleyebilirim. Sonrası onla
ve onun öncülüğünde geldi zaten…
-Kişinin perdedeki hayali kendinden olanı görmektir. Ben’i arayan
izleyici ve İslâm-sinema bağlamı… Yeterince dolu mu bardağımız?
Kişinin perdedeki hayali ebed ve ezelde olanı görmektir
bence. İnsan her “ben” arayışında Hz. Yunus’un dediği gibi benin içindeki
“Ben”i arar. İslam-sinema bağlamı Hz. Mevlânâ’nın söylediği gibi nefs
basamaklarımızda “dokuz yüz kat yükselebileceğimizi” bilmekle ilgili.
Bardağımız bana kalırsa hiçbir medeniyet birikiminde
olmadığı kadar dolu. Ama “o bardağı saklandığı yerden çıkaracak ve cesaretle
kullanacak yetenek ve birikimde ve en önemlisi Allah’tan hediyelenmiş bir
sanatçımız var mı?” sorusu daha anlamlı bana kalırsa. Bir Tarkovsky’miz olsaydı
sanırım Müslüman sineması bambaşka bir yerde olurdu şu an. Ama gelmiyor mu? Bana
kalırsa geliyor. Semih Kaplanoğlu’nu bu kadar hararetle alkışlama sebeplerimizden
birisi de bu. Gerisi de gelecek bence…
-Günümüzde medeniyet-sinema anlayışı var bana göre. Amerikan sineması,
Avrupa filmleri, ya da İran sineması… Bu ikili dokuda Türkiye ve sineması
nerede duruyor, bir medeniyet sorunu olarak görülebilir mi bu eksiklik?
Medeniyet sinema ilişkisi elbet her medeniyet içinde farklı
yöntemlerle kuruluyor. Pop-corn Batı medeniyetini Hollywood temsil ederken,
Amerikan bağımsız sineması bambaşka yönelimlerden ana akımın altındaki akıntıyı
temsil ediyor. Rönesans’tan beri Batı düşünce ve sanatında ana büyük akım
altında her zaman küçük ters akımlar olmuştur ve bana kalırsa asıl önemsenecek
olanlar da onlardır.
Avrupa sineması diye bir şeyden söz edilebilir mi bilmiyorum
ama Avrupa içinde özellikle “sanat sineması” olarak belki de yanlış şekilde
tanımlanan büyük yönetmenlerin Hıristiyanlıkla ve Kitab-ı Mukaddes ile
ilişkileri açıktır. Bergman’dan Bresson’a… Ama bu medeniyetle bir ilişki kuran
tutarlı bir birlik oluşturabilmiş midir? İster Fransız Yeni Dalgası, ister
İtalyan Yeni Gerçekçiliği diyelim, bir medeniyet aurasının olumlu ve olumsuz
özelliklerini bünyesinde barındıran eserler ortaya koyanlar olduğu gibi, ana
akım içinde yer alan ve çoğu kriz dönemi Batı düşüncesinin bir devamı
niteliğinde olan eserler de ortaya çıkmıştır. İran sineması için de benzer
şeyler söylenebilir. Batılı formlara yaslanan ve Batı’nın krizini kendi krizi
gibi ele alan yapay eserler ortaya çıkabildiği gibi, gelenekle sahici bir
ilişki kurmayı becerebilmiş eserler de ortaya konabilmiştir. Evrensel olmak,
gelenekle kurulan bağın sahihliğine bağlı çünkü.
Türkiye sineması sorunu çok da farklı bir sorun değil
kanımca. Batı’da yapılan ve çoğunlukla moda film biçim ve kuramlarına yaslanmış
ve onların yeniden üretimi olan eserlerle birlikte yine ana akımın altında
akan, cılız da olsa medeniyet ve gelenek ile ilişki kurmanın yöntemlerini
arayanlar da olmuştur.
-Milliyetçilik sinemanın neresinde bekliyor? Sinema taraf tutmak mıdır?
Söyleşinin ilk bölümlerinde belirttim gibi, “bilgi” ve
“hakikat dışındaki tüm amaçlar” filmin içinde suyun içindeki tuz gibi
olmalıdır. Tutulabilecek tek taraf vardır: Hakikatin tarafı. Ki gerçek
sanatçıyla sahtesi buradan ayrılır zaten. Milliyetçilik dürtüsüyle yapılan bir
eserin de sözünü ettiğim “sahte” sanata gireceğini düşünüyorum.
-Ekoller her türlü düşünme sisteminin vazgeçilmezidir. Toplumları
yönlendirense o toprakların aydınlarıdır. Öyleyse sinema, hakikati ile bir
toplumu eğitebilir mi?
Tarkovsky’nin bir sözüyle cevap vereyim bu soruya: İnsanoğlu
binlerce yıldır hiçbir şey öğrenemediğini yeterince kanıtlamıştır bence. Sinema
eğitmek görevi görmez, görmemelidir de. Yine Tarkovsky’nin deyişiyle
sonuçlandırayım: Bizi ölüme hazırlayabiliyor mu sinema, işte en büyük bilgelik
buradadır.
-Görülecek en iyi film rüya mıdır sizce?
Sadık rüyalar evet…