31 Ocak 2013 Perşembe

TAŞRADA...







“Anadolu’da işsizliğin doğurduğu yegâne iş olan dedikodu almış yürümüştü.” diyor Sabahattin Ali “Bir Skandal” adlı öyküsünde (Bütün Öyküler I, YKY) başkahraman Nurullah’ın ağzından. 1930’ların Türkiye’sinde taşrayı anlatan metinden bir cümle bu… Ya şimdi? Ne tür değişimler oldu o günden bugüne ülkede; köylüsü, şehirlisi, aydını hangi evrelerden geçti, gelişme gösterebildi mi? 
Bir süredir taşradayım. Anadolu eşittir taşra, taşralı olmak da köylü olmaktır zihinlerde. Daha radikal bir tanımla İstanbul hariç Türkiye Anadolutaşra’dır.
Taşrada insanlar işlerine gider, işlerinden çıkar evlerine varırlar, yemek yiyip çay höpürdetirler, televizyondan İstanbul’un arka sokaklarına dalarlar, maceralar hemen yorar ve uykuya geçerler, rüya görmez çokça horlarlar, horlamaları yorgunluktandır.
Anadolu’da çarşı vardır. Selamlaşma bol olur. Tanışlığın çokluğu dedikoduyu arttırır. Birinin açığını bulup eğlenmek keyif vericidir.
Taşra biraz daha küçülüp köye kasabaya dönüşünce her şey duyulur. Gece bir komşun öksürse duyarsın koltuğunda otururken, aşağı mahallede biri ölünce feryadını duyarsın yakınının,  bir hırsızlık olsa hemen duyarsın, biri birinin arkasından konuşsa duyulur, bu küçük yerleşimlerde müezzin hoparlörsüz okusa da ezanı duyarsın, biri biriyle kavgalı olsa duyulur hasımlığı, dostluklar da hemen duyulur düşmanlıklar da.
Buralarda yeni bir otomobil alan adamın cakasını her yerde duyarsınız ya da batmış bir esnafın çaresizliğini. Uzun zaman sonra dönen gurbetçilerinin hasretini duyarsınız sabah çıktığınızda bir gün evinizden. Her Allah’ın sabahı yukarıdaki okulda çocukların andımız okumalarını, her pazartesi, her cuma okunan İstiklal Marşı’nı nerde olursanız olun işitirsiniz. Kaç adımdır ki bu şehirlerin bir ucundan öteki ucu.
Ölülerin arkasından okunan mevlitleri duyarsınız, söylenen hüzünlü-içli türküleri, sabahları yeni fırından çıkmış ekmeklerin kokusunu duyarsınız. Biri evlense düğün konvoyunu gürültüsünü, alkışları, oyun havalarını, gelinin ağlamasını durasınız; güveyin gururunu hissedersiniz.
Taşra neredeyse hep böyle köşede kalmıştır. Aziz Bey hadiselerine çok rastlanmasa da kadın hikâyeleri uyduran boldur. Vavien’de olduğu gibi karısını (eşini diyemiyorum çünkü kimse eşim demez) çaktırmadan öldürmek isteyenler, onlar olmasa ne mutlu olurum, diyenler çoktur.
Anadolu’nun genel manzarası bu vaziyettedir. Değişim olmakla beraber gelişim pek gözükmemektedir. Bir de İstanbul’da olduğu gibi aydın geçinen kesim vardır taşrada. “Münevverlerimizde dimağların rolü körbağırsağınkinden daha fazla değildi.” diyordu aynı öyküde kahramanımız Nurullah. Suya sabuna dokunmayan bu tipleri tasvir etmiş ‘asi aydın’. Bugün ise biraz değişmekle birlikte benzer aydın tipi çıkar karşınıza. Bunlar da zihinlerini mideleriyle eşdeğer tutmaktadırlar. Suya birbirlerinin üstlerini ıslatmak için dokunurlar, sabundansa uzak dururlar. Nerede karınları doyuyorsa orada yer alırlar. Taşrada olduğu gibi merkezdeki zihin işçileri de aynı haleti ruhiye içinde değiller mi? Oysa ideal entelektüel; muhalif, sözünü sakınmayan midesini ikinci plana atabilendir. Bu mesele uzar gider. Biz yine Anadolu’ya hatta köylümüze dönelim. Efendimiz olan köylümüze…

 “Mesela biz şehirlerde hükümete vergi veririz değil mi? Buna mukabil hiç olmazsa sokağımızda bozuk kaldırım, yollarda sönük bir lamba, evlerimizin ve şahsımızın selameti için mevcut olduğu söylenen bir zabıta vardır; çocuklarımızı hiç olmazsa boş gezmekten kurtaracak bir mektep buluyoruz. Fakat sorarım size: Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur. Candarma onlara asayişten ziyade vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi aldatmayalım, köylü mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey, kelimenin bütün manasıyla hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek belki, eğer bir parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin boğazımızda kalmasına sebep olacaktır ve ihtimal vicdanımızın sadasını duymamak için: ‘Köylü efendimizdir!’ gibi cümleler güzel birer morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek iktidarında değildir.” (yine Nurullah)

Yukarıdaki alıntıda, Sabahattin Ali, II. Dünya Savaşı öncesi büyük resmi gösteriyor. Uzun yokluk yılları, maddi imkânsızlıklar… Yıllar geçiyor, belki otuz bilemedin kırk sene… Ne değişiyor ülkede, köylüye bakışımızda değişen ne? Oğuz Atay’a kulak verin isterseniz:

“Ülkemizde en çok yetişen köylüdür. Köylü, bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için çok emek vermeye ihtiyaç yoktur. Köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür erken meyva verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. (…)Son yıllarda kuru üzüm ve incirin yanı sıra, köylü de göndermeye başlamışızdır. Bu köylüleri önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. Azgelişmişülke göndeririz, yardım gönderirler.  Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkür gönderirler. Binzorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz, dışülkelerdeçalışanyabancılar istatistiği gönderirler. Gerçek insanlarımızı göndeririz; bizeonlardanmektup gönderirler" (Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yay.)

Değişim görülüyor kuşkusuz. Maddi bir refahın ucu görünüyor şurada burada. Avrupa’ya gidenlerin ülkemizdekilere para göndermesi, tarımda ve ticarette bazı atılımlar. Yolların ve okulların yapımı, üniversitelerin çoğalması ilh… Peki, zihinlerde, düşünce planında bir gelişim söz konusu mu? Değil.
Biz bunların üzerine kırk yıl daha koyalım, günümüze gelelim. Duble yollarımızı, yüksek hızlı trenlerimizi, en ufak ilçeye bile kurulan fakültelerimizi gözümüzün önüne getirelim. Ne büyük değişiklikler var değil mi? Muazzam bir yüz yenileme, kabuğunu kırma, az gelişmişlikten gelişmekte olan ülke seviyesine yükselme… Bütün bunlardan insanımızın insanlığına eklediği ne? Para. Tuhaf, ama artık herkes üniversite okuyor, uzaktan, açıktan, akşamcı, sabahçı… Ne yazık ki akademi artık anlamından çok uzakta bir hizmete aracı. Taşralı, köylü halen zihin olarak yoksul, belki geçmişe göre daha aç maneviyat olarak. Paranın ve rahatlığın getirdiği gevşeme zihinlerde olduğu gibi yaşamaya da yansıyor. Anadolu Anadoluluğunu kaybediyor, yeni bir insan tipi ortaya çıkarılıyor. Bu insan gazeteyi bulmaca, televizyonu uyuklama, interneti facebook için kullanıyor.
Tüm bunlara rağmen neden her televizyon kanalında yudumyudumanadolu, oylumoylumtürkiye, parselparseltaşra nevinden programlar yapılıyor. Merkezdekilere Anadolu’nun türlü güzelliklerini göstermek için mi yoksa ekranları başındaki uykulu gözleriyle ertesi gün çekeceği yolun yorgunluğunu aklına getirmiş köylüşehirlilere, memleketine dön, metrobüsten in, traktöre bin, çağrısı mı yapıyorlar? Veyahut küçük belediye başkanlarının, biz bunu yaptık, şurada şöyle çalıştık, partimize duyurulur, propagandası mıdır? Bilinmez.
Söz konusu Anadolu olunca, ülkemiz olunca, söylenecek o kadar çok şey var ki… Değişimin olup olmadığı, gelişimde hangi noktaya geldiğimiz hususunda daraltsak da konuyu, yine de dallanıp budaklandı. Bu yüzden toparlayalım:
Makûs talih koca coğrafyadan silinememiştir, sadece üstü örtülmüştür. Oluşturulan yeni tip, köylüşehirli, eskiden sahip olduğu değerleri bir uzay aracı gibi git gide bırakarak bir süre sonra çıplak, küçük bir maddeye dönüşmüştür. Anadolu’nun yaşmağı, al yanaklı güzelleri, utangaç delikanlıları yok olmuş, masal kişileri gibi varlığından şüphe edilmeye başlanmıştır. Sekülerleşme ve ahlâktan uzaklaşma, gelenekten kopma gerçekleştirilmiştir. Tüm eksiklerine rağmen saf ve masum köylümüz maalesef imha edilmiştir.
Başta dediğim gibi bir süredir küçük bir Anadolu şehrindeyim ve Ramazan ayı olmasına rağmen (diğer aylardaki tahribatı yadsımıyoruz artık) gündüzleri cafe denilen pastabörekçaykahvemeşrubatçılar ağzına kadar dolu, akşamları 16-17 yaşlarındaki azmanlar el ele, dudak dudağa gezmektedirler. Sokaklar fazla aydınlık olmasına rağmen insanlar kararmıştır.
Kısacası Anadolutaşra merkeze yaşam tarzı(!) olarak yaklaşırken zihin olarak hiçbir gelişim yaşanmamıştır. Maddi olarak bazı imkânlara sahip olan taşrakişisi manevi olarak birçok değerinden vazgeçmiştir.
Yine de Ne mutlu Türk’üm diyene!
İyi dersler arkadaşlar!
Sağol!




(Edebiyat Ortamı sayı:28)