“Anadolu’da işsizliğin doğurduğu yegâne iş olan
dedikodu almış yürümüştü.” diyor Sabahattin Ali “Bir Skandal” adlı öyküsünde (Bütün Öyküler I, YKY) başkahraman
Nurullah’ın ağzından. 1930’ların Türkiye’sinde taşrayı anlatan metinden bir
cümle bu… Ya şimdi? Ne tür değişimler oldu o günden bugüne ülkede; köylüsü,
şehirlisi, aydını hangi evrelerden geçti, gelişme gösterebildi mi?
Bir süredir taşradayım. Anadolu eşittir taşra,
taşralı olmak da köylü olmaktır zihinlerde. Daha radikal bir tanımla İstanbul
hariç Türkiye Anadolutaşra’dır.
Taşrada insanlar işlerine gider, işlerinden çıkar
evlerine varırlar, yemek yiyip çay höpürdetirler, televizyondan İstanbul’un
arka sokaklarına dalarlar, maceralar hemen yorar ve uykuya geçerler, rüya
görmez çokça horlarlar, horlamaları yorgunluktandır.
Anadolu’da çarşı vardır. Selamlaşma bol olur.
Tanışlığın çokluğu dedikoduyu arttırır. Birinin açığını bulup eğlenmek keyif
vericidir.
Taşra biraz daha küçülüp köye kasabaya dönüşünce her
şey duyulur. Gece
bir komşun öksürse duyarsın koltuğunda otururken, aşağı mahallede biri ölünce
feryadını duyarsın yakınının, bir
hırsızlık olsa hemen duyarsın, biri birinin arkasından konuşsa duyulur, bu
küçük yerleşimlerde müezzin hoparlörsüz okusa da ezanı duyarsın, biri biriyle kavgalı
olsa duyulur hasımlığı, dostluklar da hemen duyulur düşmanlıklar da.
Buralarda
yeni bir otomobil alan adamın cakasını her yerde duyarsınız ya da batmış bir
esnafın çaresizliğini. Uzun zaman sonra dönen gurbetçilerinin hasretini
duyarsınız sabah çıktığınızda bir gün evinizden. Her Allah’ın sabahı yukarıdaki
okulda çocukların andımız okumalarını, her pazartesi, her cuma okunan İstiklal
Marşı’nı nerde olursanız olun işitirsiniz. Kaç adımdır ki bu şehirlerin bir
ucundan öteki ucu.
Ölülerin
arkasından okunan mevlitleri duyarsınız, söylenen hüzünlü-içli türküleri,
sabahları yeni fırından çıkmış ekmeklerin kokusunu duyarsınız. Biri evlense
düğün konvoyunu gürültüsünü, alkışları, oyun havalarını, gelinin ağlamasını
durasınız; güveyin gururunu hissedersiniz.
Taşra
neredeyse hep böyle köşede kalmıştır. Aziz Bey hadiselerine çok rastlanmasa da
kadın hikâyeleri uyduran boldur. Vavien’de olduğu gibi karısını (eşini
diyemiyorum çünkü kimse eşim demez) çaktırmadan öldürmek isteyenler, onlar
olmasa ne mutlu olurum, diyenler çoktur.
Anadolu’nun
genel manzarası bu vaziyettedir. Değişim olmakla beraber gelişim pek
gözükmemektedir. Bir de İstanbul’da olduğu gibi aydın geçinen kesim vardır
taşrada. “Münevverlerimizde dimağların rolü körbağırsağınkinden daha fazla
değildi.” diyordu aynı öyküde kahramanımız Nurullah. Suya sabuna dokunmayan bu
tipleri tasvir etmiş ‘asi aydın’. Bugün ise biraz değişmekle birlikte benzer
aydın tipi çıkar karşınıza. Bunlar da zihinlerini mideleriyle eşdeğer
tutmaktadırlar. Suya birbirlerinin üstlerini ıslatmak için dokunurlar,
sabundansa uzak dururlar. Nerede karınları doyuyorsa orada yer alırlar. Taşrada
olduğu gibi merkezdeki zihin işçileri de aynı haleti ruhiye içinde değiller mi?
Oysa ideal entelektüel; muhalif, sözünü sakınmayan midesini ikinci plana
atabilendir. Bu mesele uzar gider. Biz yine Anadolu’ya hatta köylümüze dönelim.
Efendimiz olan köylümüze…
“Mesela biz
şehirlerde hükümete vergi veririz değil mi? Buna mukabil hiç olmazsa
sokağımızda bozuk kaldırım, yollarda sönük bir lamba, evlerimizin ve şahsımızın
selameti için mevcut olduğu söylenen bir zabıta vardır; çocuklarımızı hiç
olmazsa boş gezmekten kurtaracak bir mektep buluyoruz. Fakat sorarım size:
Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur, sokakları
zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur.
Candarma onlara asayişten ziyade vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi
aldatmayalım, köylü mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey, kelimenin
bütün manasıyla hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek belki, eğer bir
parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin boğazımızda kalmasına sebep
olacaktır ve ihtimal vicdanımızın sadasını duymamak için: ‘Köylü efendimizdir!’
gibi cümleler güzel birer morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek
iktidarında değildir.” (yine Nurullah)
Yukarıdaki alıntıda, Sabahattin Ali, II. Dünya
Savaşı öncesi büyük resmi gösteriyor. Uzun yokluk yılları, maddi imkânsızlıklar…
Yıllar geçiyor, belki otuz bilemedin kırk sene… Ne değişiyor ülkede, köylüye
bakışımızda değişen ne? Oğuz Atay’a kulak verin isterseniz:
“Ülkemizde en çok yetişen köylüdür. Köylü, bütün
iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için çok emek vermeye ihtiyaç yoktur.
Köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak
iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür erken meyva
verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele
yaparız. (…)Son yıllarda kuru üzüm ve incirin yanı sıra, köylü de göndermeye
başlamışızdır. Bu köylüleri önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam
olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da
bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler,
aranjman gönderirler. Azgelişmişülke göndeririz, yardım
gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri
göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkür gönderirler.
Binzorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz, dışülkelerdeçalışanyabancılar
istatistiği gönderirler. Gerçek insanlarımızı göndeririz; bizeonlardanmektup
gönderirler" (Tehlikeli Oyunlar,
İletişim Yay.)
Değişim görülüyor kuşkusuz. Maddi bir refahın ucu
görünüyor şurada burada. Avrupa’ya gidenlerin ülkemizdekilere para göndermesi,
tarımda ve ticarette bazı atılımlar. Yolların ve okulların yapımı,
üniversitelerin çoğalması ilh… Peki, zihinlerde, düşünce planında bir gelişim
söz konusu mu? Değil.
Biz bunların üzerine kırk yıl daha koyalım, günümüze
gelelim. Duble yollarımızı, yüksek hızlı trenlerimizi, en ufak ilçeye bile
kurulan fakültelerimizi gözümüzün önüne getirelim. Ne büyük değişiklikler var
değil mi? Muazzam bir yüz yenileme, kabuğunu kırma, az gelişmişlikten
gelişmekte olan ülke seviyesine yükselme… Bütün bunlardan insanımızın
insanlığına eklediği ne? Para. Tuhaf, ama artık herkes üniversite okuyor,
uzaktan, açıktan, akşamcı, sabahçı… Ne yazık ki akademi artık anlamından çok
uzakta bir hizmete aracı. Taşralı, köylü halen zihin olarak yoksul, belki
geçmişe göre daha aç maneviyat olarak. Paranın ve rahatlığın getirdiği gevşeme
zihinlerde olduğu gibi yaşamaya da yansıyor. Anadolu Anadoluluğunu kaybediyor,
yeni bir insan tipi ortaya çıkarılıyor. Bu insan gazeteyi bulmaca, televizyonu
uyuklama, interneti facebook için kullanıyor.
Tüm bunlara rağmen neden her televizyon kanalında
yudumyudumanadolu, oylumoylumtürkiye, parselparseltaşra nevinden programlar
yapılıyor. Merkezdekilere Anadolu’nun türlü güzelliklerini göstermek için mi
yoksa ekranları başındaki uykulu gözleriyle ertesi gün çekeceği yolun
yorgunluğunu aklına getirmiş köylüşehirlilere, memleketine dön, metrobüsten in,
traktöre bin, çağrısı mı yapıyorlar? Veyahut küçük belediye başkanlarının, biz
bunu yaptık, şurada şöyle çalıştık, partimize duyurulur, propagandası mıdır?
Bilinmez.
Söz konusu Anadolu olunca, ülkemiz olunca,
söylenecek o kadar çok şey var ki… Değişimin olup olmadığı, gelişimde hangi
noktaya geldiğimiz hususunda daraltsak da konuyu, yine de dallanıp budaklandı.
Bu yüzden toparlayalım:
Makûs talih koca coğrafyadan silinememiştir, sadece
üstü örtülmüştür. Oluşturulan yeni tip, köylüşehirli, eskiden sahip olduğu
değerleri bir uzay aracı gibi git gide bırakarak bir süre sonra çıplak, küçük
bir maddeye dönüşmüştür. Anadolu’nun yaşmağı, al yanaklı güzelleri, utangaç
delikanlıları yok olmuş, masal kişileri gibi varlığından şüphe edilmeye
başlanmıştır. Sekülerleşme ve ahlâktan uzaklaşma, gelenekten kopma
gerçekleştirilmiştir. Tüm eksiklerine rağmen saf ve masum köylümüz maalesef imha
edilmiştir.
Başta dediğim gibi bir süredir küçük bir Anadolu
şehrindeyim ve Ramazan ayı olmasına rağmen (diğer aylardaki tahribatı
yadsımıyoruz artık) gündüzleri cafe denilen pastabörekçaykahvemeşrubatçılar
ağzına kadar dolu, akşamları 16-17 yaşlarındaki azmanlar el ele, dudak dudağa
gezmektedirler. Sokaklar fazla aydınlık olmasına rağmen insanlar kararmıştır.
Kısacası Anadolutaşra merkeze yaşam tarzı(!) olarak
yaklaşırken zihin olarak hiçbir gelişim yaşanmamıştır. Maddi olarak bazı
imkânlara sahip olan taşrakişisi manevi olarak birçok değerinden vazgeçmiştir.
Yine de Ne mutlu Türk’üm diyene!
İyi dersler arkadaşlar!
Sağol!
(Edebiyat Ortamı sayı:28)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder